13 Temmuz 2011 Çarşamba

METALCİLİĞİN PARAYA DÖNÜŞÜMÜNE DAİR

Metalci olmak ne demekti: Siyah giymek, metal dinlemek, metal konuşmak, konsere gitmek ve konserde metalciliğe uygun bir şekilde eğlenmek, yani kafa sallamak… Yani metalci olmak için bir şeyler yapmak gerekiyordu; kişi, siyahlar içerisinde dolaştığında metalci olarak imlense de, hem kendisini, hem de diğer metalcileri, metalci olduğuna inandırmak için eyleme geçmek zorundaydı.

Konserler bu açıdan bir tür sınav yeriydi. Gerçek “fan”lar, sabahın köründen gider, sıraya girer, güneşin altında kavrularaktan, kimi zaman şarkı söyleyerek, kimi zaman küfür ederek konseri beklerdi. “VIP biletlerin” olmadığı dönemlerde, bir konseri önde izlemenin yolu, iddialı olmaktı ve sabretmekti, yorulmak bilmemekti. Grupla tanışmak içinse, ya metalci çevreden sağlam arkadaşlar edinmiş olmak, ya müzisyen olmak, ya da konser için çalışmış olmak gerekiyordu (ki bunlar da metalcilikte ısrarın getirdikleridir aslında bir şekilde).

Sonra, VIP bilet denilen hadise çıktı ve sahne önünde barikatlarla oluşturulan belirli alanlar, daha fazla ödeme yapan izleyicilere açıldı. Böylece, parayı veren öne geçebiliyordu artık, konsere geç bile kalsa yer problemini çözebiliyordu.

Metalciler olarak, uzun zamandır aşinayız buna. Bu alanda da çalışmış biri olarak, sahne önündeki barikatın kaldırılmasını isteyen bir grupla tanışmıştım. Bir dedikoduya göreyse, dünyaca ünlü bir metal grubu, VIP-öteki ayırımını yapan barikatın kaldırılmasını istemişti. Bugün seyirciye sahip çıkmak diye bir şey varsa, herhalde böyle bir şeydir: “You are great”, “Thank you”ya doyduk.

Uzun zamandır metal konserine gitmiyordum. Geçen Pazar, 10.07.2011, Judas Priest ve Whitesnake’in sahne aldığı konsere gittim. Saat 5 buçuk gibi ordaydım ve Pentagram’ı kaçırmıştım! Oysa her yer güneş olduğundan konserin akşam üstü başlayacağını düşünüyordum (evet, sabır ve dirayetle çelikleştirilmiş bir iradeye sahip olduğum söylenemez). Whitesnake ise gün kararmadan sahne alacaktı. Judas ise görece erken bir saatte bitecekti. Belediyenin ses sınırlamalarıyla ilgili olduğunu düşündüm.

Beni esas şaşırtan ise, VIP alanının genelde alıştığımdan daha geniş olmasıydı, konser alanının yüzde 40’ını kaplıyordu belki de (normalde bu alan yüzde 10’dur). Artık bilemiyorum, metalciler mi zenginleşti, konsere giden insan sayısı mı arttı. Bir diğer yanda da, VIP teras vardı! İsteyenler, uzaktan da olsa, görece yüksek bir yerden sahneyi rahatlıkla takip edebiliyordu. Rahatlıkla: Bir zamanlar heavy metalin en büyük dertlerinden biriydi bu kavram. Korkutmaya ve ürkütmeye çalışıyordu heavy metal, karanlıklara bakmaya çağırıyordu. Şimdi ise, parasını basan, daha önden izleyebiliyordu; parayı basansa terasın nimetlerinden (ki bu nimetlerden biri de gölgeydi).

Dolayısıyla, en metalci olma kriteri, basit bir iki hamleyle, sabırdan, inançtan ve ısrardan alınıp, paraya tercüme ediliveriyordu. İnsanın bedeninde iz bırakır bir metal konseri. Yorulursun, boynun ağrır. İstersen sarhoş da olursun. Birileriyle beklersin, birilerinin seni itmesinden rahatsız olursun, tanımadığın birileriyle kol kola kafa sallarsın, muhabbet edersin. Dolayısıyla metalci olmak, bedeninin imkanlarını zorlamaktır. Şimdiyse bütçeni zorlaman yeterli; böylece diğerlerinden daha imtiyazlı olursun.

Grupları suçlamanın alemi yok: Metal hiçbir zaman politik anlamda radikalist olmadı. Judas’tan da, herhangi bir gruptan da, bunlara karşı bir tutum geliştirmede öncülük etmelerini beklemek, saçma olur. İhtiyacı olanlar talep etsin.

Ancak, bu resim konserin ancak yarısının resmiydi. Konserin diğer kısmında, metal miti devam ediyordu. Şöyle diyim; ortamdaki tahmin ettiği konformizm katsayısı (ki sahne önü bölümünün genişliği ve teras izleyicilerinden etkilenmişti), Whitesnake’i izledikten sonra, Judas’ta sahneye yakın olmak için bir plan oluşturmamı sağlamıştı. Konser başlamadan bir 15 dakika önce gelerek daha önde olabileceğimi düşünüyordum. İşe yaramadı. Cabbar metalseverler, sahne önü kısmının arkasında kalsalar da, çatır çatır beklemişlerdi Judas’ın çıkmasını. Dolayısıyla beklediğim kadar öne geçemedim; ancak hak ettiğim kadar öne geçtim. Yani bedenimi zorlayabildiğim kadar; yani metalciliği gerçekleştirebildiğim kadar. Bana adaletli görünüyor.

Ayrıca, şarkı sözlerini bilen, şarkılara eşlik eden, gaz bir kitle vardı. Metalin bu ülkede kendine özgü (ziyadesiyle sosyolojik yoruma açık) bir anlamı olduğunu ortaya koyuyordu ortamdaki metalci enerjisi.

Öte yandan, bence konserin en önemli ayrıntılarından biri, konser alanının dışında, Maçka parkının oralardaki bir ağacın tepesine çıkıp konseri izleyenlerdi. Konser alanının içinde olmasalar da, konserin en metalci eylemlerinden birini yaptılar. Metalin, metalcinin olmanın, bir tür performans olduğunu, metalin sahnede icra edilen bir müzikten öte bir şey olduğunu, metalde sahnenin bir tane olduğunu varsaymanın ne kadar yanıltıcı olabileceğini gösteriyorlardı. Bir ağacın tepesinde tüm gece metal konseri izlemek, hem de beleş: İşin içinde yasadışılık var, risk var, aşırılık var, daha ne olsun, bundan daha metalci ne olabilir ki?

Hiçbir metal grubundan özellikle anti-kapitalist ve devrimci şarkılar ve hareketler beklemediğimi söylemeliyim. Ancak, eğer ki Judas Priest ağaç tepesindeki metalcileri selamlasaydı; herhalde çok efsane bir hareket olurdu. Eminim ki, metalciliğin performanstan paraya çevrildiği günümüzde de, çok politik, çok anti-kapitalist bir hareket olurdu.

Metalciliğin bu kadar paraya çevrilebildiği yerde ne yapmalı? Valla, ben kulüp konserlerine gitmek gerektiğine inanıyorum. Zira orada, sahne önüne ayrı bilet yok. Poz yapma şansı yok. Gidersin, ne kadar kudurmak istersen o kadar kudurursun, grup da iki adım önündedir. İletişim çok daha sıcaktır. Cüzdanın kudreti değil, metalci dirayeti işler böylesi konserlerde. Bu yüzden bu sene gittiğim Asafated konseri beni çok mutlu etti. Zaten artık kulüp konserine gitmek demek, kendi başına müzik dinlemeye emek harcamak demek gibi oldu.