Geçen akşamlardan birinde taksimden dönerken aklıma kısa film senaryosu şeklinde gelmişti metrodayken notlar almıştım unutmayayım diye. Zira aklım biraz hızlı çalışıyordu malum sebeplerle. Eve geldikten sonra yine malum sebepler yüzünden yarım kaldı. Sonradan öyküye döndürdüğüm bir hal oldu. Paylaşım olsun dedim buraya da ekleyiverdim. Selamlar...
Bilgisayarının kapatırken Turgut, Hatun Abla’nın üstündeki Boğaziçi köprüsü, Ayasofya, Galata Kulesinin yan yana yer aldığı “İstanbul” tişörtü dikkatini çekti. O da evden çıkarken içine giyecek fanila bulamamış, bu tişörtün beyazından giymişti. Gittiği bir İKSV etkinliğinde beleşe dağıtmışlardı, ara sıra dışarı çıkarken kotun üstüne geçiriveriyordu. Ama kadınınkinin soluk rengine ve üstündeki çamaşır suyu lekelerine bakılırsa onun için işlik görevi gördüğü belliydi. “İyi akşamlar, Hatun Abla” dedi Turgut laptop çantasına yeni aldığı teknolojik telefonun USB kablosunu yerleştirmeye çalışırken. Oturup iki kelam etmek istedi Hatun Ablayla; bu sene üniversite sınava giren çocuğunun neticesini merak edivermişti birden. Hâlbuki yerleştirme sonuçlarının açıklanması üzerinden bir aya yakın vakit geçmişti. Bu bilgiyi de şımarık kuzeninin Yüzüncü Yıl Üniversitesi Psikolojiyi kazandığını müjdeleyen teyzesinden öğrenmişti. Oğlanın adını aklına getirebilse belki Hatun Abla’ya soracaktı lakin başaramadı. Birden yoksa seneye mi girecekti diye şüpheye düştü. Değişen sınav sisteminden, lise eğitiminden bir haberdi. Kendisinin aynı dertle tebelleş olduğu yıllardan bu yana epitopu 6 sene geçmiş olduğunun idrakine varınca hayrete düştü. “Ne sistemmiş arkadaş!” Boğaziçi’ni kazandığı senenin sonrasında Kadıköy’de katıldığı ‘ÖSS’ye Hayır!’ mitingi aklına geldi: Natulius’un önünde kimle yürüyeceğini kestirmeye çalışan hali, gülümsedi. “ Şimdi kimle yürüyeceğimizi biliyoruz sanki?” diye geçirdi içinden.
Hatun Abla tabi ki Turgut Bey’in, oğlancığının –açıkta kalmış Harunun- ismini hatırlayamaz halinden habersiz ve umarsız yarın denetimden evvel pırıl pırıl yapmak zorunda olduğu ofisin yerlerini paspaslıyordu. Öyle buyurmuştu çünkü eski solcu Patron Ulaş Bey. Sigara sarısı bıyıklı, rakı kırmızısı suratlı gözleri fırdöndü, şorolo Ulaş Bey. Turgut, Harun ismini daha fazla hatırlamaya takat bulamayarak; sadece anlayışlı gibi bir “Kolay gelsin.” diyebildi Hatun Abla’ya.
Saatine baktı Tarlabaşı Bulvarı üstündeki çalıştığı ofisinden çıkarken. 22.47’ydi. “ Madem bu saatte çıkmışım işten, şu istiklale çıkıp bir yerlerde iki bira çakayım” diye düşündüyse de bu dâhiyane fikri aklından çıkarmak çok sürmedi. Zira, bir zamandır İstiklalde turlamak pek tat vermiyordu Turgut’a. “Kafam rahat değil” diye geçirdi içinden. Pek içinden geçirememiş ki, karşıya geçmek için beklediği ışıkta insanların ona garip garip baktığını gördü. Bir çocukla göz göze geldi, üstünde kendininkinin bir benzeri İstanbul tişörtü vardı, üstündeki yağ lekelerini görüp, çocuğun da kendi gibi işten çıktığını düşündü. Çocuğun bakışlarındaki keskinlik Turgut’a oraya ait olmadığını hatırlatıyordu. Daha iki sene önce okuldan arkadaşlarıyla kentsel dönüşüm belgeseli çekmeye çalışırken, Tarlabaşı sokaklarında fink atıp, insanlara mikrofon uzatıp, hasbihal edip, çaylarını içip Toki’ye belediyeye onlarla beraber küfreden o değildi sanki. İşe girerken ofisin Tarlabaşı’nda olmasına sevinmişti, üniversitedeyken Halkların Kardeşliği adına çok kültürlü bir anlayışla danslarını izlediği, bir sürü derste madun hikâyelerini dinlediği, evlerinin yaşam alanlarının yıkılmaması adına eylemlere katıldığı insanlarla “Kürtlerle”, “Romanlarla”, “Travestilerle”, “Siyahlarla” içi içe olacaktı. Ama dahasını anlayamamıştı ki onun işyerinin ve yeni yapılan nicelerinin oradaki mevcudiyeti oradakiler adına bir tehditti, polisti, belediyeydi, devletti… O bakışlarda bunları hissetti Turgut. Karşıdan karşıya geçerken bunları geçiriyordu kafasından, beyninin koyverdiği flashbackler eşliğinde. Beyincik omurilik bir olmuş; karnında da ufak bir sıkışma hissetti Turgut. “Tam ait gibi de hissetmemiştim aslında, daha farklı… Neyse!”
Turgut karşıya vardığında çoktan telefonun MP3 nü açmış, kulaklıkları takmıştı bile. Bu haletiruhiyeme hangi şarkı gider acaba diye düşündü, sona erdiremeden her zamanki tarifeyi seçti. “Shuffle rules!” İşten geç çıkmıştı, yarınki siktiminin denetimi için mesaiye kalmıştı. Fazla mesainin devlet olsun, özel olsun tedavülden kalktığı yıllardı bu yıllar. Her uzvu ayrı ayrı ağrıyordu. Dedik ya, kafası da hanidir pek rahat değildi. “En iyisi, ben şuradan bir taksi çevireyim de eve gideyim.” diye düşündü içinden. Durmadı, “Hem iki biramı evde çakar ucuza getiririm” diye düşünüp kendine ufak mutluluklar yarattı. Hatta “Boru değil! Taksimde en boktan yerde bile bir 50lik 7-8 liradan aşağı değil.” deyip potansiyel tasarrufunun gamzesini belirginleştirmesine izin verdi. Şansı varsa Turgut’un, belki Behzat Ç.’nin tekrar bölümlerinden birine bile denk gelebilirdi.
Bir yandan eve gitmek için bin bir hoş gerekçe bulurken, bir yandan “ taksiye şu kadar veririm.” , “evde bira var mıydı?” diye kafasından hesap yapıyordu. Boş taksi geçmeye, sırasıyla ilk önce Tarlabaşı Polis Karakolu önünde barikatlar içindeki panzere sonra hemen üstündeki duvarda yükselen bir kadınla bir erkek polisin gülümseyişleriyle bezeli “Halk için Emniyet, Adalet için Hizmet’” sloganlı Emniyet Müdürlüğü reklamına bakış attı. Cıkcıklayarak kafasını camekanında indirim muştalayan perukçuya sonra da A4 fotokopi kağıdında damping afişini asılı olduğu metruk binaya çevirdi. Uzağında iki sarhoş kavga ediyordu, onların küfürlerine içinden nedensizce savurduğu bir küfürle eşlik etti. Hayyam köprüsünün oradan boş bir taksi sellektör yaparak gelirken gözüne “Beyoğlu Belediyesi, Sahaf Festivali, TRT yanı, Tepebaşı” kelimeleri ilişti bir afişte, tarihini kontrol edesiye taksi korna çala çala geçti yanından. Neyse ki bazı bazı denk geldiği üstünde sevdiği bir grubun konseri haberinin veren lakin bir hafta öncesinden kalan o afişlerden değildi bu. Gideceğinden değildi belki ama yüne de üzülürdü böyle afişlere rasgeldiğinde Turgut. Ne zamandır alacağım kitaplar vardı diyerek, hemen kendine bir rota çizdi ufaktan heyecanlanarak. Şişhaneden de metro yapar, taksi-bira parasıyla bir kitap daha alırım diye düşündü. Gizemli-entel kişiliğiyle küçük hesap insanı memur hali arasındaki gelgit hızına şaşırarak Tepebaşı’na doğru yürürken bulursa almayı düşündüğü kitapları evirip çeviriyordu kafasında. Sidar, Ishiguro’dan bahsetmişti geçen. “Bu aralar Erich Fromm okusam nasıl gider acaba?”, “Ne zamandır şiirde okumuyoruz: Neydi, Seyhan Erözçelik’in bir şiirini okumuştum bir yerlerde, onun kitabına bakmalı.” “Geçen Karaburun gezisi Vedat Türkali’nin ‘Mavi Karanlık’ kitabını hatırlatmıştı, bir daha okumalı. Kim bilir kime verdiydim, evde yok.” Ayrıca kaçtır iyi kötü düzen kurduğu lakin bir türlü sahiplenemediği –iyisidir belki- , gecelerini geçirdiği, çokça yalnız kaldığı, seviştiği, uyuduğu odası için afiştir posterdir bir şeyler almak istiyordu. Duvarlarında yalnızca arkadaşlarının hazırlayıp bastırdığı, doğum gününde hediye ettiği Mecidiyeköy Ahali Hatırası posteri dışında başka bir şey asmamıştı. Bunca zaman sonra daha mı sahiplenmeye çalışıyordu ne. Ahmet Kaya çalıyordu. “…bütün aydınlıkların içine süzebilmek gibi mülteci isteklerim oldu, biliyorsun…” “İyi gitti be!” diye düşündü Turgut, başka bir parçası çalsaydı iyi gidip gitmeyeceğini düşünmeyerek. Kafası rahat değildi bir kere, bunu bu yaz çok sık yaptığı uzun ve rahatsız otobüs yolculuklarında bir hayli Ahmet Kaya dinlemiş olmasından çıkartabilirsiniz.
Birden yanından geçen “ilginçlikler insanı” sayısının artışını fark eden Turgut Mustafa Amca’nın arka tarafından geçtiğini anladı. Kulaklıkları kulağından çıkarttı. Çay molası mı versem diye düşündü. Bir hareketlilik fark etti pasajda. Zabıtalar tabureleri topluyordu, bu uygulama bu aralar başlamıştı, dışarıdaki tabureler, masalar toplanıyor, sokakta müzik yapanların enstrümanları ellerinden alınıyordu. Belediye durmuyor dört bir elle çalışıyordu. Öte yandan bu uygulamaya karşı düzenlenen eylemler çok çiğ geliyordu Turgut’a, bu kafada hiç bulaşmasam diye düşündü. Kulaklıkları geri takarken kolundaki yakın tarihli izler gözüne çarptı gene, bu kez karından yukarı doğru ikinci bir sıkışma hissetti. Buralar sık geldiği yerlerdi, bu rahatsızlıkla pek bir kimseyle karşılaşmak istemiyordu, belki de birileriyle karşılaşmaktan korkuyordu. Bu tedirginlik ve ikircikle çay içmekten vazgeçti. Bu aralar, kafasını rahat olmadığını hem manen –dalıp gitmelerle, kâbuslarla- hem fiziksel –sıkışmalarla seğirmelerle- hissetmek canını sıkıyordu. Kendine kızıyordu biraz biraz. Ne de olsa o böyle biri değildi. Pek alışık değildi bu duruma. “Ailem, sevdiklerim de pek değil galiba” diye hisseti ajite bir halde. “Ben de bu aklıselimliğe kaptırmışım kendimi yuvarlanıp gelmişim. Ne var yani!” diye devam etti, ajitasyonun doruklarında. Bir sonraki sıkışmaya kadar sorumluluğu kediye yüklemiş, rahatlatmıştı biraz kendini.
Turgut’u bu alemden bu sefer yüksek müzik, şık ve yazdan kalma bu sonbahar akşamına yakışır giyinmiş, bol dekolte, bol parfümlü kadınlar uyandırdı. Yunan turist kafilesini taşıyan tur otobüsünün altında kalma tehlikesini atlatıp uzaktan sahaf müşterileri sandığı kalabalığın arasına daldı. İnsan profilinden ayıkamadığı durumu, girişinde “İstanbul Fashion Week” yazan çadırdan ve güvenlik görevlilerinin iriliğinden anladı. Bu insanlar, içinde ne olduğunu anlamadığı Fashion Week çadırına girebilmek için sıra bekliyorlardı ve saatin gayet farkında olan sahaflar da çoktan tezgâhlarını toplamışlardı. Kalabalıkta gözünün sürekli güzel kadınlara takıldığını farketse de Turgut, yanı başında hiç tereddütsüz çirkin bakışlarını kadınlardan alamayan dayı ile aynı “günahı” paylaşıyor olma hissiyatı ile kendini toparlayıp, bakışlarını dayının gözlerine dikti, uyarırcasına. Dayının aymazlığı, parfüm-ter-şehvet karışımı kokunun yoğunluğu ve Turgut’un hiçbir zaman bu derece hissedemediği insanların orada dikilirkenki özgüvenleri midesini bulandırdı. Fazla mesaisine de, Fashion Weekine de, belediyesine de diye küfürlerini kendine saklamayarak kalabalığı yarıp dışına çıktı.
Odası bir anda ışınlanmak istediği sıcacık yuvasına dönüşmüştü kafasında. Ama hemen ardından odanın boş duvarları, yalnız başına, önünde kahve bilgisayar ekranında her entelin bir popüler kültür dizisi vardır şiarıyla seçtiği dizi eşliğinde uykunun gelip onu almasını beklediği hali geldi gözüne. Karmakarış bir halde istiklale çıktı. Kravatını gevşetti. Öfkeliydi, camekânlarda kendini gözlüyordu, gömlekli, kravatlı, laptoplu hali çok itici geldi gözüne. Bir çocuk bile kafasının rahat olmadığını anlayabilirdi. Yürüdü meydana doğru, metroya doğru. Sonun başlangıcı bir yürüyüştü sanki. Yolda GBT’ye denk geldi, bir sürü dil konuşan bir sürü turist gördü, yeni yapılan Demirören binasının ışıkları gözlerini kamaştırdı, Maraş dondurması satan çocuğun turistleri etkilemek için dondurma demiri ile vurduğu çanın sesi kulağını tırmaladı. Bir iki apaçi kılıklı tipten omuz yedi. Para isteyen bir şarapçıyı tersledi, okuldan tanıdığı bir arkadaşıyla göz göze gelmemek için gözlerini kaçırdı. Camekanlarda kendini gördükçe öfkelendi, kravatını çıkardı, çantasına koydu, gömleğinin düğmelerini çözdü bir bir. Karnındaki sıkışma git gide başına ulaşmış, şakaklarında zonklama olarak kendini hatırlatmaya başlamıştı. Son metroya yetişmek için, odasında varıp tek başına kalmanın huzuruna ermek için adımlarını sıklaştırdı. Meydandaki taksi cümbüşünü yarıp, metroya attı kendini. Tarifi zor, daha önce içine düşmediği hissiyatlarla yürüyen merdivenleri koşar adım indi, ondan başka pek insan yoktu. Son metroyu da kaçırabileceği ihtimali onu iyice tedirgin etti. Kaçırmış olsa geri çıkıp taksiye binecek takati görmedi kendinde. Gözü kendinden başka insan arıyordu önünde arkasında. Bir yandan da çantasından cüzdanını çıkarmaya çalışıyordu. “Neden hep böyle zamanlarda kaybolur şu cüzdan göt kadar çantanın içinde.” diye geçirdi içinden. “İn in bitmez de. mına kodumun metrosu.” Turnikelere yaklaşırken hala eline gelmemişti cüzdan. Tüm bu öfke, yılgınlık ve sinirle, “S.kerim akbilini” dedi içinden, turnikelerden atlamak aklına düştü. Hoşuna gitti bu fikir, ama biri görüp durdurursa son metroyu kaçırabileceği aklına geldi aynı anda. Üniversitede de yemekhanenin turnikelerinden para vermeyip atlarken ki heyecanını hatırladı. Mezun olmazken ki halini, kafasının daha bir rahat olduğu, arkadaşlarının bir kısmının bir yerlere gitmediği, daha bir çoğul hissettiği zamanları, sevdiği insanlarla daha fazla çay içmeye vakit bulabildiği, belki dünyayı olmasa bile kendini, ilişkilerini, çevresini dönüştürmeye olan inancının daha sıcak olduğu zamanları… Turgut gözüyle etrafını kolaçan etti. Arkasında onu görecek kimse yoktu, turnikelerin yanındaki camlı bölmede güvenliğin oturduğunu tam turnikenin önüne gelince farketti, ama tereddüt etmedi. Gözlerini yumdu ve turnikeden atlayıverdi. O turnike yer altı adamının bir türlü omuz atamadığı subaydı sanki bu haliyle. Belki de o günkü belediyeye karşı hıncını, öfkesini bir kısım dindirecekti böylelikle. Belki de sadece son metroya yetişmek için ufak bir kaçamaktı. Ama bu kaçamak güvenlik bölmesinde uyuklayan görevlinin gözünden kaçmadı. Turgut’un arkasından bulunduğu yerden çıkıp bağırdı. “Hop bilader! Nereye?” Turgut sesi duyunca bir an duraksadı fakat içi içine sığmıyordu, keyfi fazlasıyla yerine geldi. Elinde çanta, aşağıya doğru koşmaya başladı. “Akbilini bir, onu çıkaranı iki sefer s.keyim! ” diye küfrü bastı yer altı subayına. Güvenlik görevlisi telsizden anons geçip Turgut’un peşinde koşmaya başladı. Turgut yorgunluktan eser kalmamış, ağzı kulaklarında son merdivenleri de üçer beşer indi. Güvenlik de arkasında. Metro daha durağa gelmemişti, tünelin girişine metronun çıktığı yere doğru yöneldi. Gidebileceği bir yer yoktu artık. Sarı çizgiyi bile geçmişti. Güvenlik, Turgut’un elektrik akımının olduğu raylara doğru düşmesinden çekinerek adımlarını yavaşlattı. Turgut bir yandan kahkaha atıyor, bir yandan küfrediyordu. O küfürler bir yerden sonra sayıklamaya döndü, ne dediği anlaşılmıyordu. Güvenlik tehlikeli olabileceğinden korkup, daha fazla Turgut’a yanaşmayarak, yine anons geçti. “ Şüpheli şahsı tünelin girişinde kıstırdım, yardımcı ekip gelsin. Tamam!” Turgut ne yapacağını bilemez sayıklar halde, çantasını açtı laptopunu çıkardı. Diz çöktü. “Ulan bir kere turnikeden atlasam ne olacak belediyemi batar devlet mi çöker, gören de babasının malı sanır işgüzar göt!” O esnada, bir metro güvenliği ve 2 polis daha koştura koştura yanlarına doğru geldi. Polisler silahlarını doğrultup Turgut’a doğru seslendiler. “Dur oğlum, yanlış bir şeyler yapma.” Yavaş yavaş üstüne doğru yürümeye başladılar. Turgut kararlı bir şekilde doğruldu. “Bir siz eksiktiniz .mına koyiim” dedi. Laptopu eline aldı. Laptopu şirketten vermişlerdi, üstüne zimmetliydi. Onu yere vurabileceği, parçalayabileceği fikri içini ısıttı bir anda. Ona rahat vermeyen tüm şeylerin sorumlusu bu elindeki ufacık aletti o an için. Sanki yere çalsa, sonra da o karanlık tünele fırlatıp atsa tüm zincirlerinden boşalacak gibi hissetti. Derken yanındaki tünelden gelen metronun sesini duydu. Turgut’un en son duyduğu bu tiz siren sesi ve tok bir silah sesiydi. Metronun kornasından ürkmüş olacak laptopu elinden kaymıştı. Silahlı olan polis de laptopun bir bomba olabileceği korkusuna kapılıp –veya alışkanlık- yasal mermisi ile Turgut’u etkisiz hale getirmek için dizine doğru ateş etmişti. Turgut dengesini kaybetti, raylara doğru, gelen metronun önüne doğru kendini bırakırken yüzü gülüyordu. Gözleri ışıktan kamaşmışken tek söyleyebildiği: “ Tüm sarı çizgilerin .mına koyayım!” oldu. Ertesi gün Turgut’un gömleğinin arasından gözüken kan lekeli İstanbul tişörtü 3. sayfa haberleri arasında üniversite mezunu başarılı gencin akıl almaz intiharı adlı haberin üstündeki fotoğraftaydı.