MASUM DEĞİLİZ HİÇ BİRİMİZ YA DA BENİM BİLDİĞİM ŞEYMA
Bir çağ yangını bu/bütün dünya günahkar….
Tabutta röveşata filminin sonunda, filmin kaybedeni olan adam bir şekilde tutuklandıktan sonra, işlediği suçun medyatik niteliğinden dolayı, televizyona çıkar. Tutuklanan adamın avanesi, belki de film boyunca onca yoksulluk, tutunamamışlığa değil de, tanıdıkları, kendilerinden, kendileri kadar sıradan birisinin televizyonda gösterilmesine şaşırırlar, heyecanlanırlar. Kıymetsiz hayatları, içinde yaşadıkları hayatları, televizyona çıkınca büyük bir dikkatle haberlerden, zaten bildikleri adamın hikayesini bir kere daha dinlemeye başlarlar. Benzer bir olay da, geçtiğimiz günlerde, Kocaeli’nden feribot kaçırdıktan sonra, sabaha karşı infaz edilen kürt gencinin hikayesi ile ilgili. O feribottakilerde birisiyle, yanlış hatırlamıyorsam CNN Türk muhabiri, olay sonrasında röportaj yapmaya çalışıyor: Spiker diyor ki “nasıldı orası?” “rehin olayına karışmış olan yolcu da diyor ki “valla biz de olayları sizin kanaldan izledik”. Peki nedir bu televizyonda olmanın büyüsü, ya da ‘günün birinde herkesin 15 dakikalığına meşhur olması’ durumu? Ya da lafı getirmeye çalıştığım yere gelirsek, daha genel manada medyada görünür olmanın bedeli nedir? Yukarıda anlattığım olaylardan yola çıkarsak, ya popüler bir şey yapmalıyız, ya da kamuoyunu sarsacak bir infial eylemi. Bir yetenek gerekli belki bize, belki de insanın köpeği ısırması kabilinden enteresan bir olay…
Bizim görünür olma meselemiz ise biraz değişik. Yani buralarda zaten marifet televizyona çıkmak değil, bienale gitmektir. Başka türlü söylersek, bizim aslında televizyona ihtiyacımız yok, çünkü biz hep sahnedeyiz, zira bizim manzaramızdan, bizim yaşadığımız yamaçları görmeye çıkmış olan gezi tekneleri geçer; işediğimiz deniz kaç milyon kişinin canına mal olmuş uluslararası diplomasinin temel meselelerinden ve de sevgili Rusların sıcak denizlere açılma rüyalarının giriş kapısı Boğaz’dır. Önümüz Rumeli hisarı, yanlış hatırlamıyorsam Yıldırım istanbul’u fethetmek için inşa ettirmiş bu surları. Aşağısı Bebek. Arnavutköy üç beş adım, adına şarkılar söylenmiş Aşiyan, Emirgan kapı komşumuz. Arkamız Etiler, Levent…Yani bir aura, bir fauna, bir habitus deme gitsin. Biz televizyona çıkmaya burun kıvırabiliriz ama, bizden birisi televizyona terörist olarak çıkartılırsa da, fena kızarız. Dokunulmazlığımıza, ecnebilerin privilidge dedikleri hadise, halel gelir o zaman. Boğazın fanusundan geçen, şileplere, tankerlere tepeden bakan bizlere, posedion değil Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma olduğumuzu hatırlatır böyle şeyler, can sıkıcıdır. Sonra başlar, pırıl pırıl, zeki çocuklar senfonisi; hadi bakalım gelsin fildişi kuleler, gelsin de gelsin. Efendim, bir tek kakamızın pembe yapmadığımız kalır….
Adorno ve Horkheimer’in, bence Marksizm için bir tür eklenti olan; savaş sonrası dönemin Marksistleri için yıkıcı (sabotaj manasında değil, oldukça devrimci bir yerden) bir eleştiri içeren kitapları; “Diyalektik Aklın Eleştirisi” nin bir yerinde; aydınlanma ve modernizmin bir tür mitolojik korkular bütünü olduğunu ispatlamak için, felsefenin başladığı yere Homeros efsanelerine giderler. Ve elbette Truva savaşından, sıcak yuvasına dönemeye çalışan, talihsiz Odysseus’un efsanevi İthaka yolculuğuna kadar giderler. Odysseus’un kendisinden önce binlerce gemiciyi, savaşçıyı ağına düşüren Sirenlerden ve onların şarkılarından kurtulmak için gerçekleştirdiği kulaklarını tıkayıp, kendisini zincire vurma eylemi Adorno Horkheimer ikilisi tarafından, tipik bir burjuva davranışının embriyon hali olarak görülür. Onlara göre burjuvazinin özü, hayatta kalmak için kendini korumaktır. Bunu yaparken de, burjuvazi kendisini körleyerek ve dünyanın büyüsünü bozarak, dünyayı dünyevileştirmektedir. Zira (bu epizodun Kafka yorumunda) Odysseus’un bu eylemi sonucu, Sirenler artık yaptıkları işe saygılarını yitirirler ve şarkı söylemeyi bırakıp o kayalıkları terk ederler. Hülasa, insan doğa tanrılarını alt etmenin bir yolunu daha bulmuştur, fakat dünyayı daha yavan bir yer haline getirmek pahasına, beden korunmuştur.
Elbette, Horkheimer ve Adorno’nun Aydınlanmaya yönelttiği bu eleştiri en fazla, Sovyetik Marksistleri ürkütmüştür, zira, devrimin büyüsü bir şekilde, sosyalist anavatanı korumanın yerine ikame edilmiş, insan bir çeşit üretim ve büyüme (demir, kömür, tahıl) endeksine indirgenmiş, Sovyetlerin ömrü uzamış, ama sosyalizm deneyiminin kulaklarına balmumu dökülmüş, kitlelerin komünist potansiyeli de bir gün gelecek olan güzel günlerin hatırına, Odysseus’un seren direğine zincirlenmiştir. Hem de, Marks’ın Zincirlerinden Başka Kaybedecek bir şeyi olmayanlara çağrısının ardından 100 yıl bile geçmeden.
Homeros’un Odysseus anlatısını, Frankfurt’un büyüklerinden ve büyük muzdarip Kafka’dan başka bir de P.Sloterdijk yorumlar. Sloterdijk’e göre ise Odysseus’un kusuru, kendini koruması değil, kendinin farkında olmasıdır. Bu farkındalık, Marks’ın iddia ettiği biçimiyle Hegelci manada ideolojiyi kıracak bir bilinç yaratmak yerine; her biçimde kendiliği yani yaşamı kutsayan mutlak varoluşu yaşamın amacı haline getirmesidir,(Sonbahar filminin memleketimizin solcularını çıldırtmasının en önemli sebeplerinden birisi bu bence) ki Sloterdijk’in sinizm olarak kast ettiği şey tam olarak budur.
Arkadaşımız Neco’nun (bildiğimiz yediğimiz, Neco) KCK sanığı olarak tanımlanan mantıksızlıklar silsilesinin bir kurbanı olarak Genç Sosyolog Nejat Ağırnaslı’ya (ki Neco’nun mesela şu anda halen merkezi konumdaki güncel Boğaziçi siyasetine en fazla gücenmiş olduğu yer; Engin Çeber neden Hrant Dink gibi anılmayı, anlatılmayı hak etmiyor sorusuna, ciddi bir yanıt bulamamış oluşuydu) dönüştürülmesi hikayesini çok sevdik. Zaten, Ahmet Kaya (ki bence bütün ön kabüllerin dışında, kürt kimliği ve sanat yapıtı hariç, bütün siyasi meselesiyle oldukça tartışmalı bir kişiliktir) da çatal bıçakların havada uçuşması enstalasyonuyla girilen anma salonunda, Mehmet Aslantuğ ve Kenan Işık gibi, bizi araf kayığından indirip, saltanat kayıklarına transfer edebilecek insanların sunduğu bir gecede, yapılan anmayla çarmıhtan sökülüp, orta sınıfın klas ve bir o kadar da geniş, konforlu marjinlerinde, yeniden bir vatandaş haline getirilmemiş miydi. Artık onun için yas tutabilir, hikayesine üzülebilirdik. Tıpkı ders notlarına, bilgisayarlarına örgütsel doküman diye el konulan Neco’nun , Şeyma’nın, Deniz’in talihsizliğine üzülebileceğimiz gibi.
Aslında bu sinik siyaset bize ata yadigarı diyebiliriz. Zira, Denizlerin bir hukuksuzluk sonucu asılmasından kazanılan ve bize emekçiler tarafından değil, orta sınıflar tarafından verilen meşruiyeti yıllarca siyaset sanmıştık. Orta sınıfların vicdanı konforlu ve işlevsel ama aynı zamanda stüdyo tipi ve dar biraz da. Ki tam da bu yüzden “bir eli kanlı” olan Mahir’in bir ayağı bu kapının dışında kalıyor; Kaypakkaya ise lanetli, adını anmak bile yasak. Büyük mizahçı, yönetmen Sırrı Süreyya; Bianet’in genel koordinatörü, yazar ve editör Ertuğrul Kürkçü o kapıdan girip çok şeyler söyleyebilir(ki söylediklerinin hepsi doğrudur ve ben de altına imza atabilirim kişisel olarak) peki Hayri Durmuş, Kemal Pir, Orhan Keskin, Diyarbakır cezaevinin adı geçince gözleri sulanan o vicdanların sahiplerinin izanlarında nereye oturur.
Elbette vicdanlara seslenmek kolaydır, ve de daha da önemlisi sonuç verir. Lakin biz o siyasetin ne sahibi ne de kiracısıyız; bir zaman o bahçelerdeki ağaçların dibini çapaladık, gübreledik, çiçekleri suladık. Türkçesi, boğaz tokluğuna keyif kahyalığı yaptık. Şimdi bağın bostanın sahibi geldi. Ki tam da bu yüzden, Taraf gazetesi liberal vicdan siyasetinin gerçek sahibi olaraktan sahne almasının akabinde, Denizleri ve 68’i de çakma bir Lacan yorumuyla Türkeş’in aynadaki sureti olaraktan tanımladıktan sonra biz ne diyebildik, üstelik bunu da cahil bir küfürbaza yaptırttıktan sonra?
Şimdi bir okulumuzun bir hocası Şeyma ile ilgili bir yazı yazıyor. Zeki, pırıl pırıl, derece yaparak girmiş, şeytani döngü de Şeyma’yı içine almış, (ki kendisini sendikaya, siyasete vermiş olan hocamız, bizi kendi deyimiyle açmış olduğu butik dersine aldığında bile, ilgilendiği ilk şey, bizim siyasi temayüllerimiz olmuştu. Yani pırıl pırıl zeki çocukların masumiyeti hikayelerine bayaa var onu diyorum) . Sonra gaza gelen bir radikal yazarı, Şeyma’nın sevgilisinin de hikayesini yazıyor, Ahmet kitap yazar, Deniz dergi çıkarır, Şeyma staj yapmak ister. Bunlar böyle böyle, işlerinde güçlerinde pırıl pırıl zeki çocuklarken, kötü amcalar kapılarını çalar. Ne bu ya? Sonu mutlu bitecek bir holywood senaryosu mu yoksa Cin Ali serisinin Nezarette epizodu mu?
Ben her şeyden önce bu tür şeyler yazmanın, en iyi ihtimalle, işte kanunun zulmünden koruma ile yapılmış bile olsa, bir tür saygısızlık olduğunu düşünüyorum. Zira boğaziçinin 10.000 civarında öğrencisi var. Bunların hepsi, üniversiteye girdikleri sene zaten derece yaparak girerler, genelde zekidirler, ya da bir çalışma metodolojileri vardır. Ve genelde de ‘iyi’ ailelere mensup olduklarından pırıl pırıl olan istisnalar hariç çoğu zaten parıl parıldırlar ki, güney meydanda her vesile arz-ı endam eden özgüven patlamalarının sebebi de kanaatimce bu parıldama durumu olsa gerektir.
Belki burada bunu söylemek çok sıkıcı gelecek ama, kendi kendimize oynadığımız sessiz sinemadan daha sıkıcı olacak, siyasi davalarda hak-hukuk değil, adı üstünde, siyasi sebepler aranır. Hakim-savcı-polis sizin ders notlarınızla işinizle değil, ne düşündüğünüz ne yapmaya çalıştığınızla ilgilenir. Dolayısıyla, efendim biz şöyle akıllı çocuklarız, böyle saçlarımız parlak, işimde gücümdeyim, işte anam babam, işte odam derli, toplu, hatta ocakta yemeğim, on parmağımda on marifetim var desen, beş para etmeyeceği gibi komik ve samimiyetsiz olur. Mahkeme heyetine karşı değil (çünkü bu işin türküsü bile vardır; ‘karakolda doğru söyler/mahkemede şaşar/yalan mıydı Yaşar?) kendimize karşı, yaptığımız, yapmaya çalıştığımız işe karşı, inandığımız şeylere karşı, daha da önemlisi adına konuştuğumuz insanların inandıkları şeylere karşı komik olur, samimiyetsiz olur. Ki, Türkiye Solu’nun özellikle 1974’ten sonrası, bünyeyi korumak adına yapılan binbir türlü samimiyetsizlik hikayesi üzerinden de okunabilir.
Dolayısıyla, biz güzel bir dünya hayal etmeye başladıktan sonra, zaten affedilmeyecek bir suç işliyoruz. Davaya uyanana kadar da, ne masumiyet ne de lanetin büyüsünden sıyrılmak mümkün. Bu yüzden, masumiyet aramak beyhude bence; bir kere Sissiphos’un kayasını sırtımıza aldık. Artık taşın yükünü bizimle bir tek samimiyet paylaşabilir.
Yazı burada bitiyor. Şeyma ve Deniz’in ‘gerçek’ hikayesini benden duymak isteyenler içinse çok üzgünüm. Ben de herkesin yaptığını yapıp, onlardan bahsedermiş gibi yapıp, kendi siyasi görüşlerimden, hayatta durduğum, durmaya çalıştığım yerden bahsettim. Ama vicdanım rahat, tanıdığım insanlar hakkında bir şeyler söylememeyi tercih etmek; tanımadığım insanlar hakkında ahkam kesmekten daha iyidir diye düşünüyorum.
Sonuç olarak, yalnızca bir şeyi söylemeliyim: Sevgili hemşerim Şeyma ve arkadaşı Deniz güzel insanlardır. Onların aklanmak için ne bu memleketin hukukuna ne sünepe insanların vicdanına ne de vicdan sevici gazetelerin boktan şehadetlerine ihtiyaçları vardır.
Dilerim ki en kısa zamanda görüşürüz.