25 Kasım 2012 Pazar

ÖLÜM ÜZERİNE –lll-


[ÇİÇEKDAĞLILARIN ÖLDÜĞÜDÜR]  

Bir an ne yapacağımı bilemedim. Sonra çöktüm olduğum yere. Nihayet örtüyü biraz kaldırdım. İrfan’ın başı önümde; uyuyor. Çok yorgun, uykusuz geçmiş gecelerin ardından olduğu gibi derin, dingin bir uykuda. Yanı başına uzanmam gerekiyor… Ya da onun kalkması gerek… Gözyaşlarım onu ıslatıyor… Gözlerinin hafif açık olduğunu fark ediyorum, parmaklarımı okşar gibi yüzünde dolaştırırken. Yeşili solmuş, çok yorgunken, uykusuz kaldığında da böyle olurdu. Bıyığı yok yerinde. Herhalde kestirmiş diye düşünüyorum… İşkenceler sırasında bıyıklarını yolduklarını daha sonra öğrenecektim. Şakaklarından aşağıya, kollarından bileklerine doğru kesilip biçildiğini kalın sicimlerle dikildiğini gördüm. Boynunda, yüzünde, çenesinde, omuzlarında yara bere izleri çok belli. (Bizim Çakır-Mukaddes Erdoğdu Çelik)

-I-
1996 yılının ocak ayının herhalde 15’i olmalı. Burdur’a gittim, oradan İstanbul’a bir tiren bileti aldım. Tirene ilk binişim, İstanbul’a ilk gidişim olacaktı. Akşamüzeri altıya çeyrek kala, hareket ettik. Başlarda, sarsıntı ve gürültü. Sonra, walkmen, muhtemelen bir grup yorum ya da Kızılırmak kasedi, ya da benim yol klasiğim Kitaro’nun Silk Road’u…Kompartımanlar arasından yemek vagonuna doğru, amaçlı amaçsız gezintiler… Dışarıda kar, pencerenin buğusu. Hareket halindeki zeminin, ters yönüne doğru hareket edebilme ihtimali, devrimciliği pratik olarak ispatlayan ne güzel bir terslik duygusu….  
Sonra tanışmalar, karşılaşmalar.
Tam hatırlamamakla birlikte, herhalde, tiren Afyon civarlarına vardığında, ileri geri gitmelerden yorulup uyumuş olmalıyım. Artık tirenin ritmi ve gürültüsü, rahatsız eden bir şey değil, yorgunluğu ve uykuyu derinleştiren bir şey haline gelmişti. Neden sonra, tiren bir yerde durdu. Görevli, uzun bir düdük çaldı ve tirenin buhar tahliyesi her zamankinden daha derin bir nefes verir gibi oldu. Dışarıya baktım, kristalden bir gece, her taraf bembeyaz, gecenin o saatinde, tiren istasyonu, ana baba günü. İnsanların arasına karışmak istedim, dışarıya çıktım, kalabalığın arasından, yolcu gibi değil de, uğurlayan gibi, oturduğum üçüncü mevki kompartımana baktım. İnanılmaz bir soğuk, iliğimi titretti... Buranın soğuğu Burdur’un tozlu rüzgarına, Antalya’nın nemli yağmurlarına rahmet  okutur…yaşanmaz buralarda diye düşündüm… (Stalingrad daha soğuktur…Sovyet partizanları da Volokolomsk şosesinde kimbilir nasıl üşümüştür…Mehmet Fatih bilinci kapanmadan ‘bana 14’lümü getirin, Beyazlar Stalingrad’a saldırıyor’ demiş… Moskova Önlerinde-Aleksandr Bek, Deniz’in Balgat’ta Amerikan askerlerini ceplerinden çıkan prezervatifin hatırına infaz etmeden çıktığı evde bıraktığı kitap. Kitap devrimciye gaddarlığı öğretir, biz de gaddarlık da muhafazakardır, tevekkül yoktur, naiflik yoktur… Deniz öğrenememiş  gaddarlığı ama üşümüş, Gemerek’te de ıslanmış çok üşümüş, çok üşümüş ama Ulucanlar’da titrememiş…) Ayazın hatırına, yanımdaki istasyon görevlisine, ‘dayı burası neresi?’ dedim, cevap vermedi, elindeki kırmızı tabelayla, sonradan o tarz üslubun İttihat Terakki mimarisi olduğunu öğreneceğim, taş binanın alnını işaret ederek ‘okuman yok mu yiğenim’ dedi. Kafamı çevirirken, kompartımanda beni bekleyen ihanete uğramış mağripli Othello’nun hikayesi aklıma geldi, zavallı Desdemona, bir mendil, bir yanlış anlama…
Dayı’nın işaret ettiği yerde, büyük harflerle beyaz zemine siyah harflerle BOZÜYÜK yazıyor, okumayı elbet bilirdim ben ama şimdi uyumak lazım, ‘kavganın başkenti İstanbul’a gidiyorum… ‘tophanenin karanlık sokaklarında koyun koyuna yatan/ ve bir kuruşa yenihayat satan çocukların kentine/haramilerin elindeki’ şehre…  Çıktım kompartımana, uyudum…
-II-
Yattığım odada, birisi göğsüme hafifçe bastırdı, ‘uyan, uyan!’. Uyandım. ‘Kimliğini ver’. Verdim, ‘bu kimlik sana mı ait’. ‘Evet’. ‘Sen bizimle geliyorsun, giyin, kemerini almana gerek yok…’
Evinde misafir olduğum ‘arkadaş’, ‘beyefendi, Osmanın babası memlekette önemli bir siyasetçidir, bir yanlışlık yapıyor olmayasınız?’. Polis, ev sahibinin kafasını okşayarak, ‘siz akıllı bir adamsınız, E.. Bey, ailesine haber verin…’
Evin içinde yedi polis, dışarıda da bir o kadar var, arabaya biniyoruz, beyaz bir şahin, arka koltuğa oturtuyorlar, polisler evde arama yaptıkları için, biraz bekleyeceğiz. Önde sonradan o ekibin komiseri olduğunu anlayacağım bir memur oturuyor. Dönemin ruhuna uygun olarak bıyıkları sarkık, genç, yüzü zayıf ve pudralanmış gibi beyaz, derisinin altındaki damarlar, arabanın tepe lambasının sarısına çarptıkça barok moruna dönüyor. Komiser bu haliyle, cenazesine katılamak yerine, beni almaya gelmiş bir kadavra gibi. ‘Demek Osman Özarslan sensin.’ Evet. O esnada, sert yapmak için, yüzüme bakmıyor, arabanın ön camından karşıya, incir ağaçlarının olduğu (bu ağaçların inanılmaz güzel kokusu, yazları, arkadaki metruk evin sidik kokusuyla karışır) yere doğru bakıyor. Ben komiserin tiradından, faydalanıp, üzerimdeki notları (Bir LÖB broşüründen alınmış örgütlenme perspektifleri ve Hüseyin Toraman adına derlenmiş Gençlik Üzerine kitabından alınmış kimi notlar) ekip otosunun döşemesine zulalıyorum. Şimdi bir sıfır öndeyim, ilk golü ben attım… ‘Demek Osman Özarslan sensin’ Evet dememiş miydim demin... Ezan okunuyor, komiser ‘eziz ellah’ diyor… (Sonrasında, nezarette de durmadan kendimizi Lenin ile zehirlemek yerine Harun Reşit’in hayatını doğru bir şekilde okusak, onun döneminde kurulan sosyal adalet sisteminden dolayı, zenginlerin zekat verecek kimse bulamamalarından ne kadar da büyük sıkıntılara (manevi olarak) garkolduklarını bize anlatıp duracaktı) ‘Aslan mısın kedi misin birazdan görecez…’ Görelim.
-III-
Gözaltında geçen 13 günün sonunda, teşhir masasına çıkartıldık… TRT ve bazı yerel kanallarda bizi fena halde ifşa etmişler. Babamın siyasi ağırlığı, beni oradan da çekip çıkartmaya yetti, tümüyle kurtulmasak da, dosya Buca’da görülürken, biz dışarıda kalabilecektik. Antalya’da kalmadım, çıkar çıkmaz Çavdır’a geldim. Başlarda iyiydim, sonra bir hafta yattığım yerden kalkamadım. Sonra tekrar ayağa kalktım. Biraz iyileşince, babam, ‘seni bir arkadaşımın fabrikasına göndereceğim, fabrikayı yeni almışlar, orada onları temsil edeceksin’.
 ‘Peki ama neresi?’.
‘Bozüyük’.
 Beyaz zemine siyah puntolar, taş bina, zavallı Desdemona, zavallı Othello, ‘ha bu mendili icad edenin/yağ yağ/ yağlıca yağya...’
-IV-
Babamın arkadaşı, 80’lerde voleyi vurmuş, eski bir solcu. ‘Sana güveniyorum, hesaba kitaba iyi bak, devrimciler para çalmaz biliyorum ama benim paramı millete de çaldırmayacaksın, bu işlere (solculuğa) çok kafa yormayacaksın. Eskiden ben de çok okurdum, ama anlamazdım, mesela Politzer vardı anladın mı sen onu, okudun mu hiç?’
Önce Eskişehir, ardından Bozüyük’e varıyoruz. Patron beni Bozüyük’teki personel ile tanıştırıp, Antalya’ya dönüyor. Bana bir ev tutulacak ve gerekli eşyalar alınacak… İdareten bir otele yerleştiriliyorum. Akın Oteli.
Hayatımın o zamana kadar ki en hızlı kırk günü geçmiş, daha kırk gün önce, İstanbul’a abisini ziyarete giden birisiyken, şimdi otel odasından dışarıya, siksen durulmaz burada dediğim yere bakıyorum… Geceleri, pencereden istasyona bakınca bazen, gene bana elindeki tabelayla duvarı işaret eden dayıyı elindeki sigarayla görüyorum.
Akın otelde iki gün kaldım, üçüncü gün idrarda kızarma ve bayılma, geri Antalya’ya… Hastane, hastane, hastane… Bademciklere veda, böbreklerde problemler…
Bir ay sonra, tekrar Bozüyük… Artık otel odasında değil, şehrin merkezinde, PTT’nin karşısında Bozkaya Apartmanında, 4.katta kalacağım. Ev yeterince sıcak, kafi miktarda eşya var, ama yalnız yaşamak için çok büyük, depresif… Hülasası tuhaf rüyalar gördüren evlerden…
Çok kalamadım burada, şehrin dışında bir yamaca kurulmuş Yeşilkent’e taşındım… Aslında kaloriferli olan bu apartman dairesini ısıtmak mümkün değildi. Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası, pencerelerden, kapılardan bize konuk olmadan gitmiyordu. Kendime tıpkı Bahoz filmindeki gibi rezistanstan ve iki tuğladan bir soba yaptım. İptidai soba sürekli yanıyor, demlik üzerinden hiç inmiyor. Dahası, rezistansın üzerinde, hayatımın tek tadı, dünyanın en lezzetli kabak tatlıları pişiriliyor…
Neşet Ertaş’ın hayatıma girmesi işte tam bu günlerde oldu. 94 yılında Ayşegül adlı bir kadın Güzelleme adında bir albüm çıkartmış ve  zülüf dökülmüş yüze, türküsünü inanılmaz bir şekilde yorumlamıştı. Aslında bizim için o dönemde, bir örgütün müzik grubu yoksa o örgüt örgüt sayılmaz, gruplar bir örgüte mensup değilse insan yerine konulmaz ve de söylediklerine pek itibar edilmezdi… Ruhi Su mücadelesinin hatırına, Zülfü ve Selda ise geçmişin canlı tanıkları olarak, Edip Akbayram ise kontenjandan hostes koltuğunda stepne kabilinden bir yer işgal ediyordu… Ezginin Günlüğü ise, bir nevi aşk-ı memnu gibi, ihanet gibi vardı hayatımızda…
Öteden beri duyardık Neşet Ertaş’ı, Selda’nın (Mapushanelere Güneş Doğmuyor) Ruhi Su’nun (Acem Kızı) albümlerinden bilirdik, her ne kadar kasetlerine para verip almasak, sote dükkanlardan kasetlerini çalmasak da Antalya’nın solcu radyolarında çalındıkça daha bir candan kulak vererek dinlenirdi (m) Neşet ustayı… Tek sesliydi, tek enstrumanlıydı ama alevi ozanlarından (örneğin Mahsuni-İhsani) farklı olarak (bana yabancı gelen) Ali davası ve soğan-bulgur-tarhana popülizminden uzak içli sesi güzeldi….
Güzelleme albümündeki, Ayşegül yorumundan sonra, Neşet Ertaş’ın adına bir mim koymakla birlikte, iki yıl daha hiçbir albümünü baştan sona dinlememiştim. Fakat, Bozüyük’te uzun soğuk kış gecelerinde, ömrümüzün en güzel günlerini, demli çaylarla avuttuğumuz gecelerde, Neşet ustayı dinlemeye başladım… Gitme Leyla, Pancar pezik değil mi, Acem kızı, Melo
Yeşilkentin vadileri karla doldukça, özlenen denizlerin kederi Neşet ustanın sesiyle kekreleşti, demli çayla bastırıldı, bir bardak, bir bardak daha… Demlikler, sohbetler tükendi… Ömür kısaldı, ‘kuşlar uçuştu…’.
Sonra askerlik… kötü günler, zor günler. Zara işte ben askerdeyken meşhur oldu. Radyolar aylarca Kesik Çayır’ı çaldı, ardından Şad’olup gülmedim geldi… İkisi de Neşet ustanındı. En son askerde uzun uzun dinledim… Askerlikten sonra, cezaevi girdi araya, ve uzunca bir ara Neşet usta hayatımdan çıktı…
-V-
Günün birinde, Mukaddes’in, sevgili eşi İrfan Çelik için yazdığı biyografiyi okudum. Tatsız bir tartışma, tıpkı Desdemona’nın mendili gibi ikisinin arasına girmiş ve İrfan’ın ölümüne kadar gidecek süreci tetiklemişti… Bana göre, bu kitapta, bir devrimcinin hayatı, sevgilisi tarafından bir ağıt, bir kıvanç, onsuz günlerde ona duyulan özlem ve liyakat ama en çok o ana adanmış bir pişmanlık olarak ele alınmıştı… Sevgilinin, sevgili ailesi, sevdiği yemekler, sevdiği tatlılar, gençlik maceraları, devrimciliği, örgütçülüğü, sevgililiği, militanlığı, insanlığı ve bunların hepsini özetleyen ve hepsini dışarıdan ana rahmi gibi sarmalayan, Neşet Ertaş türküleri.
İllegal hücreye gitmek için Ankara’ya geldiğinde, üzerinde teşkilatın silahıyla yakalanıp, polise rüşvet verecek parası olmadığı için içeride, kan davalı hasımlarından çekindiği için silahlı gezen, köylü delikanlısı senaryosuyla yatan Çiçekdağlı İrfan. İlk gazete çıkarılınca, ‘samanlıktan kaldıramadım samanı da zühtü’ radyoda çalınca ‘erotik türkü bu aslında’ deyip, kıvırta kıvırta oynayan İrfan. 1 kilo helvayı her daim gövdeye indirmeye hazır Gönüldağlı yoksul İrfan… İçeride günlerce dayak yiyip, adını, sevgilisini, ailesini,anahtarlarını inkar eden Dadaloğlu İrfan… 
Biyografiyi okuduktan sonra, kitabın iki cilt bir arada basımı için, kitabı  bir kez daha okudum ve düzelttim… Artık Neşet ustayı köylüsü İrfan’sız düşünmek mümkün değildi benim için… Mukaddes için, hayat acabalarla doluydu… O tartışma olmasaydı, 12 Eylül olmasaydı, hiç olmazsa birlikte gözaltına alınmasalardı… Makbüş hamama gitmeyeydi… Mukaddes’in sırtındaki kaya da herhalde bu acabalardı bence…
2003 filan olmalı, MP3’ler hayatımızda artık, teselli kabilinden bir hediye hazırladım Mukaddes’e, Neşet Ertaş Bütün Albümler… Mukaddes çok sevindi… Görüştükçe, o cd’den inanılmaz bir şey gibi bahsetti… Eski türkülerle,  sanki bütün eski hafıza canlanmış gibiydi. Sanki, anahtarlar kapılarını bulmuş, kabul edilmeyen adresler sakinlerine kavuşmuş, İrfan’ın işkencede şişen ayakları iyileşmiş, odalar temizlenmiş, diyelim ki Adana’nın Antep’in izbelerinde, İrfan ve Mukaddes, pusudan ya da polis çevirmesinden değil de,  yalnızca acaba halkımıza ayıp olur mu diye utana sıkıla el ele tutuşmuş olmaktan duydukları kaygıyla, yoksul konduda onları bekleyen yoldaşlarıyla sofraya oturmuşlar, güzel günlerden konuşmuşlar…
İrfan’ın hikayesinden sonra, Neşet Ertaş dinlemeye gene uzunca bir ara verdim… Zira, bütün bir tarihin yükü; yenilmiş devrimlerin naaşları, ince boyunlu yoksul kavruk çocukların yaşanmamış aşklarına, işkence edilmiş bedenlerin parçaları, sökülmüş saçlar, kırılmış dişler muhayyel ya da mukadder sevgililerin dökülmüş zülfüne; ölüm kararlarının verildiği anda küllüğü dolduran izmaritler ve tüketilmiş paketlerin buruşukluğu, küf kokan evlerde hamam böcekleriyle birlikte yaşayan devrimcilerin elbiselerinde kokan rutubet, silah yağı ve matbaa mürekkebinin kokusuna, avuçları terleyen kederli insanları çaresizlikleri, işkencehanelerde terlemeye sırtından değil, koltukaltından başlayan devrimcilerin kederine kadar, her şey birbirine karışıyor, Neşet ustanın sesiyle hayat buluyordu.


-VI-
Sonra gene İstanbul… 2008 yılının güzünde, gene bir mendil aramıza girdi, bir sürü dostumuzla aramız açıldı durduk yerde. Yaptığımız hatalar, arkadaşlarımızın hatalarını derinleştirdi ve kendi kendimizi, Armutlu’ya sürgün ettik
Süleyman’la Zeynel ben köydeyken evimizi Armutlu’ya taşıdılar. Gittim. Ev çok kötü kokuyordu. Tıpkı o metruk evde, gözaltına alındığım gecede karşıda gördüğüm boşlukta hissettiğim, incir ağacıyla, şaraplı-biralı idrar kokusunun bir benzeri…. Taşınalım buradan dedim…
Oturduk bi yemek yedik, ezilmiştik, muhtemelen sürgün edilmiştik. Ya da bana öyle geliyordu. Zeynel’le Sülo işlerine gitti. Ben evi toplayıp odamı yerleştirmek için kaldım. Bozüyük’de yaşadığım sürgün hissi, gözaltı gecesindeki kokular, burnumdan gitmiyordu. Kasetler darmadağındı, kitaplar da… Ev sanki baskın yemiş gibiydi. Teybi açtım. Arif Kemal, tenhada vururlar bizi/terimiz düşer toprağa… Biraz dinledim… Boğazım düğümlendikçe düğümlendi. Sonra, o bitmeyen, gitmeyen sürgünlük hissi. Kasetlerin arasında Neşet ustayı buldum “gitme leylam…” günlerce hiç çıkartmadan dinledim.
-VII-
Armutlu’da yakın arkadaşlarımızın dışında bizi pek kimse ziyaret etmedi, Yusuf geldi, Özge geldi yokladı, Ozan, Göksel, Mustafa ve benim tarihçi tayfası zaman zaman…Orada ben kendi adıma en fazla Serdar’la zaman geçirdim. Birlikte Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ından, Mantık-al Tayr’ın mesellerinden konuştuk ve genelde de Neşet Ertaş dinledik, birlikteyken.
Sonra 2009 yılının Ocak ayında, Sülo ve Zeynel’i Hisar’a dönmeye ikna ettim. Mustafa Bey apartmanına taşındık birlikte yine… Bu sıralar ben gene Neşet ustayı dinlemeyi bıraktım. Aslında onunla arama mesafe koymama sebep yalnızca İrfan’ın hikayesindeki burukluğu benim gündeliğime taşıyan yan değildi, bundan başka, Roll Dergisi, Murathan Mungan’ın Müslüm Gürses’i Cihangirin yeni lezzetler yeni karışımlar, yeni tenler ve dokular arayan entellerine, bu toprağın Leonard Cohen’i olaraktan takdim etmesine benzer bir şekilde, Neşet Ertaş’ı ve Aşık Veysel’i bu toprağın Bluescuları olarak John Lee Hooker ve Jimi Hendrix ile karşılaştırmaya başlaması benim Neşet usta ile aramı açmamın bir başka sebebi olmuştu. Ki zaten bu blues’un Türkiyeli muadili olma hikayesinin ardından çok geçmeden Neşet usta önce Hisar’da bir dizi konserler verdi, ardından da Kardeş Türküler’in kimi projelerinde yer aldı, artık sahnede ceket çıkartmadan önce ‘izleyiciden izin istemenin’ alkış getiren bir kıymet olduğunu fark etmişti ve bunu her konserinde yapıyordu sanki… Gücendim kendisine…
-VIII-
Neşet Ertaş öldüğü zaman, Çavdır’da dükkanda çalışıyordum. Şimdiye kadar yazdıklarım, geçti aklımdan… Yalan Dünya dedim kendime, sonra Facebook’a onun Karac’oğlan’dan bestelediği ‘bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm’ünü girdim… Yanlış hatırlamıyorsam ertesi gün, Serdar aradı beni. ‘Başın sağolsun, gerçi benim ve hepimizin de başı sağolsun ama, sen Neşet Ertaş’ı ayrı severdin’ dedi. Sonra tüm bunları bir kere daha düşündüm, haklıydı…
Tam hatırlamıyorum ama, Neşet ustanın ölümünden iki üç gün sonra, bizim Hal’oğlu Mehmet’in düğünü başladı. Cuma günü akşam, düğüne gittim ve ben düğündeyken telefonum çaldı. Arayan Mukaddes’ti. Sesi baya kederli geliyordu. Dedi ki, ‘biliyorsun, Neşet Ertaş öldü, çok üzgünüm. Aslında Ankara’daydım cenazesine katılmak istedim Kırşehir’e gidebilirdim ama HDK’nın işlerinden dolayı gidemedim. Keşke gitseydim, çok üzgünüm, etrafımda bunları konuşabilecek pek kimse yoktu, sonra biliyorsun o CD ne kadar güzeldi, aslında konuşacak bir şey de yok ama seninle konuşmak, dertleşmek istedim bunları… Biliyorsun, İrfan’da aslında Çiçekdağlıdır, oradan göç etmişler…” Sonra, biraz daha bugünlerden konuştuk, kapattık. Düğüne döndüm.
Cebimden bozuk paraları çıkarttım, içinden 5 tl aldım. Düğünde Bayır köyünden iki tane çalgıcı kardeş çalıyordu. Adettendir, bedavaya istek istenmez, 5 Tl’yi bahşiş çantalarına attım, kardeşlerden birinin kulağına eğilerek dedim ki, ‘yabandan gelen misafirlerimiz var, lütfen isimlerini anons edin.’ Misafirlerin isimlerini ve istediğim parçayı yazdım. Sonraki parça sizin misafirleriniz için olacak denildi.
Bir süre sonra çalgıcıların anonsu yıldızlı geceden Kocapınar deresine doğru yankılandı: “İrfan Çelik ve Mukaddes Erdoğdu Çelik, Neşet Ertaş’dan Kesik Çayır sizin için çalınıyor, lütfen piste buyurun…”

13 Kasım 2012 Salı

BEN Kİ SON 9 YILDIR HİÇ


Mehmet Talha Paşaoğlu’na, saygıyla ve dostlukla.

Sonunda Mehmet Efe’nin çok övülen Mızraksız İlmihal’ini okuma şansım oldu. Bundan da ziyade, bu aralar karşıma sürekli İslamcılar’la ilgili bir şey çıkıp duruyor. Cihan Tuğal’ın “Passive Revolution”ını bir Sultanbeyli hikayesi olarak okudum, ya da, daha genel itibariyle, bir mahalle, bir ilçe öyküsü olarak okudum. Tabii bir de, bir şiir olarak: Hayallerimiz neye dönüşecektir? Mehmet Efe’yi okurken de CNN’de “Muhafazakar Moda” belgeseline rastladım. Bu bir mesaj olmalı. Tarih, bizim kulaklarımıza fısıldıyor vahiylerini ve biz de takip ediyoruz işaretleri, okuyoruz, düşünüyoruz ve merak etme becerimizi hayatta tutuyoruz.

Velhasıl, artık nedir beni çeken bu İslamcılar’ın dönüşümünde bilemiyorum ama kendi dinsizliğimin haritasını çıkarıyorum gibi geliyor hep. Dinsizliğimin diniliğini. Ya da taşradan, ne taşrası, varoştan merkeze gidişimin hikayesini. Sonuçta, anneannemin dini tedrisatından geçtikten sonra -ki Ayetel Kürsinin mucizeleri, Süphaneke duasının ezberi ve birtakım dini değerlerin yüceltilmesine dayanırdı, ve sonra “Fırat” çıktı ve bunları herkesin bildiğini herkes herkese hatırlatmış oldu- ergenliğimin sonrasında, yavaş yavaş, ve bir miktar azap içerisinde, dini terk ettim. Aslında ben buna dinden düştüm de diyebilirim. Hangisinin ağır bastığına karar verebilecek olan da ben değilim gibi geliyor; belki bu yazının okurlarıdır. Mahallemizde Kuran kursu vardı; ama arkadaşlarım ve aileleri için ne kadar önemliydi hatırlamıyorum, kestiremiyorum. Giden arkadaşlarım vardı ve ben gitmiyordum. Maçlarda küfür edilir ve dutlara dalmadan önce Allah’tan af dilenirdi. Ailemizde ise, her ne kadar son dakikada yetişilse de bayram namazları, Ramazan ayında dindarlaşma mevcuttur; öte yandan esas inanılan ise seküler eğitimin, çalışmanın ve sorumluluğun önemidir. Velhasıl ben çok uzun zamandır camide rahat etmiyorum; sokakların soğuğundan sığınmak için dahi olsa, camiye gitmiyorum. Öte yandan şuna inanıyorum ki, çalışıyorum, çok çalışıyorum.

Dinden düştüm; ancak Sultanbeyli hikayeleri ilgimi çekmeye devam ediyor. Dindarlığın renklerini ve dönüşümünü görmek, bunu da, Anadolu yakasında, arabayla 20 dakika olan, akrabalarımın yaşadığı bir mevkide anlatıldığını görmek, bizim oraların sahneye çıktığını hissetmek hoş bir hayal hissi uyandırıyor olsa gerek; hem de bir yanıyla aynada aksimi izlediğim hissini veriyor. Ne garip bir Narkissos öyküsüymüş bu. Zaten Tugay Yolu olsun, Sultanbeyli olsun, gündelik hayatın atom fiziğini düşündürüp duruyor; olabileceklerimin, benzeyebileceklerimin renk skalası.  Tabii ölçüm yapılınca ortada bir şey yok. Kendime soruyorum; ne var Cihan Tuğal’ın derlediği bu hikayelerde? Dükkanında ayakkabı giymeyen adamların, zenginleşmesinin öyküsünde? Ya da, belediye başkanlarının sakalının kısalmasının ve badem bıyığının ortaya çıkması öyküsünde ne var, beni cezbeden; bu kendince solcu halimle, ilgimi çeken?

Cihan Tuğal’ın anlattıklarına bakınca, kimin öyküsüdür bu, diye düşününce; aklıma şu geliyor. Bu öyküler, hayal kırıklığına uğramış insanların hayatta kalma öyküleridir; ama bir yandan da, çıkarın ve iktidarın tadını almış insanların kendilerini hoş göstermelerinin, riyalarının öyküleridir. İsmail’ini kurban etmeye hazır olmayanların, kendilerini vaftiz etmelerinin hikayeleridir. Hangisini ilk sıraya koyarız, hangi versiyonu tercih ederiz, bilemiyorum: Muhtemelen ikisinden de bir şeyler var. Muhtemelen, İslamcılar da çeşit çeşit; nihayetinde insan kısım kısım, yer damar damar. Hayal kırıklığına bir tepki olarak, ütopyadan vazgeçmenin hikayesi mi; koalisyon hükümeti iktidarının tadıyla yeni düzeni inşa etmenin hazzına erenlerin bir masalı mı – hangisini duyduğumuz, bizim hem yerellik dediğimiz bu “dert”in bir yansıması herhalde, hem de kendi politik perspektifimizin İslamcılığı nasıl anladığı. Bir de sağcılık var tabii; memleketin esas sahipleri, mukaddes değerleri ağır ağır yeniden üreten el öpen ve öptüren, birbirleriyle bir şekilde anlaşmayı başaran, efendiler.

Mehmet Efe ise, inancın hikayesini yazmış romanında. İrfan’ın aşkına olan inancının öyküsünü geçiyorum; bir de tımarhaneye götüren inancın hikayesi var. Mehmet Efe’nin romanında ise, tebliğe gönül veren birisiyle karşılaşan İslamcı’nın çelişkisi çok etkileyici. Dinde gizlilik olur mu, yaratıcı aksini iddia etmiyorsa olmaz. Bu, ister dindar olsun ister dinsiz, herkese şu soruyu soruyor: Bir kere ahlak olduğuna inandıktan sonra, uzlaşmayı mümkün kılan şey nedir? Cevabı “hayatta kalmak” olanlar, her gün, haksızlılara karşı duruş ve ahlak arasında gidip gelerek, bir adım ileri bir adım geri atıyorlar ve kendilerine tekrar tekrar soruyorlar: Ben kimim? Şahsen muktedire karşı sinsiliğin gayri ahlaki olduğuna inanmıyorum. Bu ise, bana şunu sorduruyor: Dayanışman gereken kimdir? Onunla etik bir şekilde, bir erdemi inşa ederek nasıl bir arada durursun?

Bir de, anlaşılan “Mızraksız İlmihal” ile dillendirilen bu özeleştiriler, bu kafa karışıklıkları, hem karşılığını bulmuş, hem de bir tür savunma mekanizmasının (bastırma mı; inkar mı, bunu iyi anlamak gerekir) ortaya çıkmasına neden olmuş. Kitabın ilk basımı ile ikinci basımı arasında 4 yıl var; ki Mehmet Efe’nin anlattığına bakılırsa, ilk basımı ve sonrasında satışı da bayağı bir maceralı olmuş. Ancak bugün, belirli bir çevre arasında oldukça tutuluyor anladığım kadarıyla ve yazarın dillendirdiği eleştiriler bir kısım karşılık bulmuş görünüyor.
Unutulmaması gereken bir nokta şu ki: Ne olursa olsun, bir mutlu sonla bitiyor bu kitap. Bir mucize ile, bir mesel ile. Bu da üstüne düşüneceğimiz başka bir soru olsun.

Birkaç alıntıyla bitirelim:

“Farklılıklar, güzelliğe yönelişin yeryüzüdür” (Kitabın sonundaki röportajlardan birinde Mehmet Efe’nin söylediğidir)
Alıntılayacağım bir diğer cümle de bir hadis meali:

“Ümmetin öncekiler, sonrakilerden daha hayırlıdır. İkisinin arasında keder vardır”.

Bu sözden yola çıkılarak yas üzerine düşünülebilir mi diye aklıma gelmedi değil.

Bir de şu var, hani bir Ece Ayhan dizesi olurmuş dedirten:

“Gidip, İlim ve Fetih Şuuru’nu Yayma gibi yurtları geceleyin basan deliler tanıdım Abicim.
Kalkın ulan! Artık takunyalı burjuvalara iç güveysi damatlar olmanıza gerek kalmadı. Kalkın, Şeriat geldi!” diye haykırıyordu biri”.

Ki düşünün, 1993’te bu kitabın ilk baskısı yapılmış. 

19 Ekim 2012 Cuma

KURBANLAR, VİCDANLAR VE POLİTİKANIN RUH HALİ

Öcalan’a uygulanan tecridin kaldırılması için başlatılan açlık grevinin kırkıncı gününe ve dolayısıyla mahkum ve tutukluların sağlığı için kritik eşiğe yaklaşılıyor. Bu süreç boyunca, açlık grevine ilişkin haberler, kitlesel yayın yapan medya tarafından tutarlı bir şekilde sansüre uğratıldı. Bunun tek istisnası, Gülten Kışanak’ın BDP grup toplantısında açlık grevi yapanlardan birinin mektubu üzerine ağlamasıyla ilgili olan haber olarak görünüyor. Öte yandan, 19 Ekim’de de Cüneyt Özdemir Radikal’de bulunan köşesinde konuyla ilgili bir yazı yazarak, açlık grevi yapanları ana akım medyaya taşıdı.

Cüneyt Özdemir’i kutlamak gerekiyor diye düşünüyorum. Sadece “vatan hainlerinin”, “bölücülerin”, “bir kısım medyanın”, “azılı kızılların”, “aşırıların”, “bitiklerin” adlarını söyleyebildiği PKK’lileri köşesine taşımaya cesaret etmiş. Sonuçta, kafa karıştırıcı bir yerdeyiz. Devletin bir yandan PKK önderliğiyle görüştüğü iddia ediliyor, bir yandan Diyarbakır emniyet müdürü “teröriste de ağlamalı” dediği için soruşturma başlatılıyor. Öte yandan, seçilmiş Kürt politikacıları tutuklanıyor; bir sürü Kürt devlet veya devlet yanlıları söylediğinde mesele olmayan cümleleri ya da sözcükleri sarf ettiği için gözaltında ya da tutuklu yargılanıyor. Kimin, neye, nasıl tepki vereceği belli olmayan bir ortamda, Cüneyt Özdemir PKK’li diye birinin olduğunu ve onun açlık grevinin de üstüne düşünülmeye değer bir şey olduğunun altını çiziyor.

Öte yandan, PKK’li mahkum ve tutuklulara yönelik uygulanan sistematik sansür, ancak gözyaşı ve ölüm söz konusu olduğunda esneyebiliyor. Açlık grevi, ya bir milletvekilini ağlattığında, ya da artık ölüm kapıya dayandığında görünür olabiliyor. Bu bize gösteriyor ki, medya gözyaşı ve kan istiyor. Eğer ki, başka bir beden üzerinde gözyaşı döktürecek kadar etkiniz yoksa; ya da ölümün, ya da hayat boyu sakat kalmanın eşiğine gelmezseniz, bedeninizi açlığa yatırmanın görülmeye değer bir yanı yoktur. Politik iddianız göz ardı edilebilir; bu iddialı politik ediminiz bir o kadar iyi örgütlenmiş bir sessizlik ve karanlığın içerisinde yok olup gidebilir.

Nihayetinde, eğer kurban olmayı göze almamışsanız, politik olarak var olma şansınız elinizden alınmış demektir. Uyandıran, farkına vardıran, görünür kılınmayı sağlayan bir unsur olarak ölüm ve gözyaşı, Hz. İbrahim’in öyküsünde yer bulur kendine. Hz. İbrahim, bir cinayetle test edilen, acı çeken bir babadır: Kan ve gözyaşı, onu Allah’a yaklaştırır. Bugünse, politik bir edim olarak bedenlerini açlığa yatıranlar, ancak ölümün eşiğine geldiklerinde konuşulabilir oluyorlar. Herkesin sorduğu, biz bu cesetlerle, biz bu saklayamayacağımız cesetlerle ne yapabiliriz oluyor; çünkü bu insanlar öldüklerinde kurban olmayacaklar – ya da bir dini pratiğin değil, örgütlü bir sansürün, bir dışlanmanın, bir görmezden gelmenin, yani bir tür konformizmin kurbanı olacaklar, bunu biliyoruz.

Ölümün ve acıtmanın, yani aşırılığın, görünür olmaya yarayan tek yol olduğu bir dünyada, artık hepimiz bir şiddetin mağduru ve üreticisi olmuşuz demektir. Muhayyilelerimizde acı ve ölümden başka bir duyguya yer bırakmamışız; diğer bütün duyguların ve politik edimlerin düşündürme işlevini yitirdiği bir noktadayız demektir. Sadece ölüm ve acı, sadece cinayet; ama kurban da olmayan bir cinayet, anlamsız bir cinayet, bizi harekete geçirebiliyor. Zihnimiz uyuştu. O zaman sormak gerekiyor: Büyük bir uyuşmanın içerisinde politika yapmak, politik hayatı devam ettirmek nasıl mümkün olacak?

 Öte yandan, PKK’li mahkum ve tutuklular da, kendilerini kurban etmekten başka bir şanslarının olmadığı bir noktadalar. Bize bir yandan da şunu soruyorlar: Sadece kurban olarak mı politika yapacağız artık? Peki, hazır mıyız, böylesi bir politik iklimin bedelini ödemeye? Ölüm ve acı dışında bir duygunun kalmadığı bir ortamda politik bir varoluşun içinde bulunmaya hazır mıyız? Ölmeye ya da silinmeye, kurban ya da cemaat olmaya, bu ikisinden birini olmaktan başka bir şey olma imkanımızın olmamasına? Kurban olanlar ve kurban edilecekler, politik kimliklerinin bedelini canıyla ödeyecekler, feda edecekler kendilerini; peki ya kalanlara ne olacak, hayatı bağışlanmış kurban adayları olarak, insan kurban eden bu makinenin içinde bütün bu hissettiklerimizle biz ne yapacağız?

22 Nisan 2012 Pazar

YAŞAM ÜZERİNE



Artık yeter
Bırakmalıyım çılgınlığı
Şapkamda bir tüy
Ne kadar da parlaktı sahne ışıkları
Heinrich Heine
-I-
Yılbaşına birkaç gün vardı. 2011 üzerime karabasan gibi çökmüştü.
Öncelikle, bitmek tükenmek bilmeyen İstanbul yolculukları, Pamukkale’nin sağ arka pencere kenarındaki, 34 numaralı koltuk. Gökbel’de kahve-kek; Afyon’da sucuk-ekmek; Üsküdar-Beşiktaş vapurunda çay-simit; Hisar’da börek… Atılan köprüler, hiç olmamış gibi kapatılan defterler… Bitmek bilmeyen paperlar, borçlar, inşaat harfiyatı, mülakatlar… Sonra gelince karabasan gibi gelen; gelmeyince, yokluğu, ağızda çekilmiş bir diş gibi hissedilen müşteriler…
Yılbaşına birkaç gün kalmıştı… Seyhan’la Antalya’da buluştuk, birlikte oturduk kahve içtik. Hamileyim demeye utandı. Yalnızca “Ha…” diyebildi. Şaşırmadım, zaten Kurban Bayramının ilk günü rüyamda bana  hamile olduğunu söylemişti. O kadar gerçekti bir rüyaydı ki, neredeyse ne zamandır bu haberi bekliyor gibiydim…  Sonra kalktık, lavaboya gittim, elimi yüzümü yıkadım, … Hesabı ödedim. Çıktık. Artık, eskisi gibi değildim. Varoluşuma bambaşka bir anlam eklenmişti. Bunun da ötesinde, bedenimi, bozuk bir saat gibi geriden takip eden mental yaşım birden bire yılları aşıp, yerini bulmuştu. Tıpkı, Antalya’da, nezarette 12 gün gözlerim bağlı kalıp 13.gün teşhir masasına çıkartılmak üzere yüzümü gördüğümde, artık annemin küçük oğlu olmadığımı alnımda eksilen saçlardan hissettiğimdeki gibi… Teşhir masasından sonra parmak izlerimi verirken ismimin “pencerenin buğusundan silinip polis kaydına” eklendiğindeki gibi… Ya da askere giderken ergenliğimin tüm neşesini kışla kapısında bıraktığım gibi… Ne var ki, cezaevi–lokanta-üniversite’de olduğum 10 yıl boyunca, hep askerden terhis olduğum 26 Ocak günündeki gibi 21.5 yaşında, özgür, genç ve sevdiğim sivil kıyafetlerin içinde genelde mutlu hissettim kendimi. Kötü geçen 2011 mutlu bir haberle sona eriyordu… Herhalde diye düşündüm, bu şeytanın bacağının kırılacağının ilk delaleti olsa gerek.
Üç gün sonra, Seyhan biraz huzursuz uyandı. “Problemler var” dedi. Gündüz birkaç kez konuştuk, “iyiyim” dedi. Sonra gece, yatmak üzere eve gittim, hala huzursuzdu. Önce doktora gitmek istemedi, onun istemeyişi bana makul geldi önce,  pijamalarımı giydim, ışığı söndürdüm. Yattım. Sonra, birden bire, bir huzursuzluk geldi içime oturdu, “hiç olmazsa Gölhisar’a gidelim, bir doktor görsün” dedim. Kalktık, giyindik, tam çıkarken, Serdar aradı, gece 1.30 civarlarıydı, Boğaziçi’nde işgal sürüyordu, kısaca konuştuk, telefonu kapattım. Benim külüstür fordla yola çıkılmazdı. Yukarıya çıktım, annemin ihtiyat anahtarını koyduğu yerden aldım, eve girdim, ikisi de çoktan uyumuşlardı, acaba ben de bu yaşta, böyle huzur içinde uyuyabilecek miyim diye düşündüm, babamın cebini yokladım ve onun arabasının anahtarlarını aldım… Çıktık yola… Gölhisar’a vardık.
Kayıt yaptırdık, Seyhan’ın sigortası görünmedi, benimse bağkurum borçtan dolayı sağlık hizmeti veremeyecekti, “muayene parası alırız” dediler. “Tamam veririz” dedik. Sonra, Seyhan nöbetçi doktora girdi, doktorla ikisi çıktılar, ve doktor mealen buralarda oyalanmayın, Antalya’ya ya da Denizli’ye acele gidin dedi. Sonra, gözlerinde acımayla karışık, “muayene girişini iptal edin boşa para vermesinler” dedi doktor, görevlilere… O bakış canımı acıttı, ilk defa o anda kötümser düşünmeye başladım.
Sabaha karşı Antalya’ya indik. Acilden kayıt yaptırıp kadın doğumcuyu uyandırdık. Nursuz, nesebetsiz bir kadın, henüz genç, muhtemelen yeni uzman olmuş, güzel kalın kaşlarının yarısından çoğunu alıp, yüzünü alabildiğine çirkinleştirmiş. ‘Bu saatte de olmaz ki kardeşim…’ hissiyatıyla bizimle konuşuyor… Yatış yapıldı, röntgen, muayene, işlerin kötüye gittiği belli… Kantine indim, Seyhan’a bir hasta pijaması aldım, meyve suyu, kolonya, peçete de… Onun bedenine göre olan pijama yok, en az dört beden büyük… Seyhan kadın doğumda ben salonda sabahı bekleyeceğiz… Sabah namazı vakti geliyor, birkaç saat de olsa uyumak istiyorum, uyumadan önce babamı aradım, namaza uyanıp camiye gidecek olup da arabayı göremezse sıkıntı… Sonra saati altı-otuza kurup uyudum. Koridorda bütün bekleme bankları benden önce kapılmış, yerde yatacaz çaresi yok… Nezarette geliştirdiğim metod, ayakkabılarımı çıkarttım, sonra üzerimdeki kazağı onun üzerine koyup yastık yaptım, montumu yeniden giydim, “uyku kardeşim/ver elini uyuyalım…” narkoz verilmiş gibi, yaklaşık 10 saniye sonra bayılacağımı biliyorum, gövdem uykuya damlarken, belli belirsiz “hani 2012 güzel olacaktı” diye düşündüm…  sonra o balık, o balığın adı neydi… Bir şeyler başlıyordu ama allahım ne?

-II-
Seyhan ameliyata alındıktan bir süre sonra yengem geldi. Ardından abim. Bir süre hastanenin kantininde sohbet ettik, sonra ben gece okumak için yakındaki D&R’dan bir kitap almak niyetiyle dışarıya çıktım. İnanılmaz bir yağmur vardı. Karşıdan karşıya geçerken, burada geçen Kepezaltı yılları geldi aklıma. O zamanlar, kafamdaki en büyük meselelerden birisi, bu lüks konutların olduğu mahallerde kimler oturacaktı. Bu bizim için hayati bir meseleydi, çünkü herkes şöyle diyordu “ol’m diyelim ki devrim oldu a.. koyum; ışıklarda, konyaltı’nda kimler oturacak?” (Ki Fatmir Gjata’nın Bataklık romanını okuduktan sonra Arnavutluk Devriminin bu meseleyi tereyağından kıl çeker gibi bir çözüme kavuşturduğunu görünce, en azından bu mesele de huzura kavuştum…)
Şimdi karşı kaldırıma geçmek üzere, beri taraftaki kaldırımda bekliyordum. Bir yandan yağmur, bir yandan otomobillerden sıçrayan sular zaten berbat olan durumumu daha da zorluyor… Benim geçmeye çalıştığım karşı kaldırımdan bir kadın yola indi, koştura koştura uzaktan kumandasıyla bir arabayı açtı sonra arabasına bindi gazladı ve gitti. O ana kadar, aklımda Habil ve Kabil ve onlara ölü gömmeyi öğreten karga kuşu vardı… O zamanlar, dünyanın nüfusu dört, iki kardeş koca dünyaya sığamıyor, üç kişiye düşüyor dünya nüfusu… Cümle tabiat, cümle mahlukat iki yetişkin bir çocuk için… Kadının ardından, kafamdan kahya Yahya türküsünü döndürmeye başlıyorum…  “İçeri giren sarı kız bana baksaydı…” Örgüt işleriyle uğraşırken, o kaldırıma yürümeyle 15 dakika mesafede bir markette çalışırdım…Böyle arabaları olan sarışınlar, kavruklara bakmaz, kendilerinin ki gibi arabaları olan sarışın ya da beyaz yüzlü erkekleri bulurlardı hep…Pastanelere oturup sütlaç, aşure, muhallebi yerler… İki odalı parti modeli zaten olmazsa olmaz, binalarla ilgili meseleyi Fatmir çözdü peki, burjuvaziden intikamı Neçayev gibi mi alacağız… Sarışın arabasıyla gazladı gitti… Ben yağmurun altında ‘yahya gibi kahyalığımı bilerek’ bekliyorum… Seyhan ameliyattan çıkacak, acele etmeliyim… Karşı kaldırıma geçiyorum, D&R’dan içeriye giriyorum, Neçayev’le ilgili yeni bir kitap çıktı mı ki? İki odalı parti modeli nereye vardı… Bizim saflarımızda hatırlamayı neden Proust gibi hatırlayabilen bir devrimci çıkmadı; sanki geleceğin ince bağırsaklarından kokoreç yapacakmışız gibi Polanyi’nin satanic mill’ine doluyoruz…Geçmiş hep kırıklı… Tanpınar’ın arzuladığı gibi bütünsel bir an yok… Neçhayev, öyle duruyor, şehitler albümünde bir resim gibi, Türkçe’ye onunla ilgili bir kitap çevirmişler; İmkansızı İsteyen Adam-Neçhayev… Başka bir şey yok… Seyhan ameliyattan çıkacak, gece uzun olacak; şöyle güzel bir şeyler almalı… Neçhayev’i düşünürken kendimi birden Metis rafının önünde buluyorum. Gingzburg, Peynir ve Kurtlar; John Berger, Görme Biçimleri… Sonra yeniden Habil ve Kabil, sonra yeniden tekerrür, Eliade’yi iyi okumalı (adam faşist diyorlar ama…); Arendt, Eichmann Davası bunlara hep bakmak lazım… Ama tekerrür ve hatırlama önemli, Susan Buck Mors okumalı belki ama önce Benjamin’in pasajlarını tüketmeli… Mimari yapılar, toplumsal yapılar, Paris, modernlik… “Yenilmiş devrimler Paris’e gömülür” dememiş miydi Mahno… Ukrayna’dan Paris’e, Benjamin’den Baudliere’e; Mahno’dan Neçhayev’e hep bir yol var ama nasıl… Yeniden Habil ve Kabil, acaba hangisi Habil hangisi Kabil, hangisi haklıydı ki… Allahım o dipte hava kabarcıklarının arasında son bakıştaki balık neydi ki?


-III-
Benjamin’in Pasajlar’ını aldım. Kantine geldim, abim ve yengem beni bekliyor. Seyhan’ın ismi hala elektronik panoda ameliyattakilerin arasında yazılı… Bir süre daha bekliyoruz… Ameliyat 45 dakika sürecekti. Neredeyse iki saate yaklaştı, aşağıya ameliyathaneye iniyoruz, “hastanız serviste” deniyor… Çıkıyoruz, Seyhan aygın baygın… Bir süre sonra tamamen ayıldı. Abim gitti… Bir başka yakınımız geldi… onunla oturduk bir süre o da gitti… Sonra ben pijamalarımı giydim, seyhana televizyon açtım, kendimse Pasajlar’a başladım… Daha ilk cümleyi okumadan telefon… biraz önce ayrılan yakınımız, “Hastane çıkışı iki sokak ötede saldırıya uğradım çabuk ambulans yolla…” Telefonu kapatıp süratle giyindim, aşağıya indim koşarak yakınımızın yanına gittim, eli yüzü kan, yürüyerek hastaneye geldik, kapı da sandalyeye oturtup içeriye aldılar… Tam arabaya binerken, arkadan birisi odun vurmuş birisi de gözüne biber gazı sıkmış.. başına iki alnına dört dikiş…Sonra, Seyhan’ın yanına çıktım, elemanın durumu iyi korkma ama biraz bürokrasi olacak, rapor, şikayet hastane karakol…
Hastaneden ayrılıyoruz, “önce Kömürkarası karakoluna gidin şikayette bulunun” diyor hastane polisi. Karakola, şikayetçi olarak girmeye alışık değiliz… İster istemez bir gerginlik… Karakol polisleri eskiye nazaran daha kibarlaşmışlar, karakolda bir takım gençler var, birkaç tinerci, birkaç mahalle genci, birisini getirdiler üzerinde bali kokuyor, donuna da mı işemiş ne… Eşgal veriliyor, olay anlatılıyor… Sonra Adli Tıp’a gidin rapor alın diyor polisler. Çıkıyoruz… Adli Tıp’a varıyoruz, yağmur ve fırtına ortalığı duman etmiş, her yer heryerde. Zor bela arabayı park edip, içeri giriyoruz… Gitmemiz gereken yeri, danışmadan öğreniyoruz… Üç kat aşağı iniyoruz… Sonra, tarif edilen koridora geliyoruz, kapısında morg yazıyor…İçeriden Kürtçe ağıtlar geliyor, kimin nesi öldü acaba? Bizim Kepi’nin oğlu da bu koridordan mı geçti ki otopsi için? Raporu verecek olan doktorun odası sonu morg olan koridorun tam ortasında, kapıyı çalıp içeri giriyoruz… İçerde kafası kel, çakır gözlü, yuvarlak gözlüklü, zayıf bir doktor, ‘geçmiş olsun, buyurun oturun…’
Neçayev’i D&R’da bırakmıştım malum, Benjamin’de Seyhan’ın odasında kaldı; o meşum telefonun geldiği andan doktorun odasına kadar geçen zaman acaba bir roman bölümü olsaydı, Kafka’nın Dava’sına ait olurdu şüphesiz.. Ama bu doktor Kafka’ya uymuyor oldukça fantastik, ama ortam kasvetli ve grotesk şimdi Edgar Alan Poe kuşağına girdik heralde…

-IV-
Düşük gerçekleştikten sonra, Seyhan’a kürtaj yaptılar doğal olarak… Antalya’da hastane kapılarında resmen süründük, Seyhan’la kendimizi Çavdır’a dar attık… Seyhan, Gülcan, ben… Eve geldik, annem bizi karşıladı. Üzülmeyin gene olur dedi… Sonra Seyhan’a “kızım düşük zordur, eskiler dokuz doğur bir düşür derler, yorma kendini, kendine dikkat et” dedi… Ben annem gene olayı kocakarıya bağladı diye düşündüm… Sonra işe gittim… Sonraki günlerde de işe gittim… Ama Seyhan’da ters giden bir şeyler vardı. Özellikle kürtajdan üç gün sonra, kramplar, kasılmalar başladı… Dördüncü gün, iyice kötüledi, beşinci gün eve ambulans çağırdık… çavdır’da derdimize çare bulamadık ve yeniden Antalya… Seyhan, botokstan eli yüzü şişmiş sosyetik olduğunu sanan ama görünüş ve hal-tavır itibariyle kadırgalı seda sayan hanımı çağrıştıran doktorunun yanına girdi… Sonra, beni çağırdılar…
“Osman Bey, Seyhan Hanım ektopik gebelik yaşamış…” (Off topic Yadyok hocaları essay kağıtlarıma of topic yazdıkça Arıza ile Sülo benimle Supporter Osman diye kafa bulurlardı da, ec ne şimdi? Heralde eclipse’den gelse gerek. O zaman ergen vampirlere ya da Horkheimer’e doğru yol alıyoruz…) yani? “Normal gebelik ve dış gebelik bir arada, bebekleriniz ikizmiş, birisi tüplerde kaldığından onu görememişiz, tüplerdeki dış gebelik, rahimdeki bebeği zehirleyip öldürmüş…” (Serdar’la çekindiğimiz fotoğrafın altına clandestinos yazmıştım… Ulan manu cao…) Peki şimdi? (Allahım kardeşini öldüren Habil mi Kabil miydi?) “Seyhan Hanım’a laparoskopik ameliyat yapacağız, sonrası için hiçbir sorun kalmayacak ve ameliyat da çok kolay geçecek…” (Ulan ben sizin ecdadınızı… Eski Beyrut’un tuvaletin de Foucault okuyun lan yazıyordu değil mi yoksa Arafta’mı? Şimdi bu Kadırgalı’nın tuvaletine de yazmaz mıyım ben…  Nechayev gelsin sizin hakkınızdan, Allahın çakması…) “Fakat ameliyat biraz masraflı… sizin bağkur probleminizi çözüp, Seyhan Hanım’ı kendi üzerinize almanız lazım..” (…) peki…
Sonra çıktım borcumu öğrendim, Bağkur’a 5.215 tl borcum olmuş… Bizim aile şirketinin müdürüyüm ya… Boğaziçi’nde işgal sürüyor, “kahve içme özgürlüğümüz var kardeşim, şimdi atıp tutuyorsunuz ama zaten mezun olunca şirketlere müdür olarak kapağı atacaksınız” diyenlere fena bozuluyorum, al işte gör müdürü… Sen bu borç kağıdını al, o ekşi sözlük entry’lerinene iliştir şimdi… Parayı, dörde kadar yatırmam lazım, yatıramazsam, ya Seyhan ameliyat olamayacak, ya da özel hastanenin bütün masraflarını ödememiz gerekecek… Parayı abim ayarlıyor, güç bela yatırıp yetiştiriyorum… Sigorta’da işlemleri tamamlayınca, hastaneye koşuyorum. YAŞAM HASTANESİ… Seyhan’a ameliyat önlüğünü giydirip, tekerlekli sandalyeye oturtmuşlar, bizim kadırgalı da başında, ‘hiç merak etmeyin Osman Bey bu kız benim aşkım’ diyor… Öpüşüyoruz Seyhan’la… O ameliyathaneye ben kantine gidiyor… Bir çay alıp oturuyorum… Yengem geliyor, birazdan abim gelecek, ben D&R’dan hangi kitabı alacağımı düşünüyorum… Seyhan Özarslan-Ameliyatta yazıyor 19” ekranda… Sonrası anlattığım gibi;  kaldırım,  yağmur,  kadın,  Nechayev, Benjamin, Kafka, Poe… Adli tıp, morg ve yeniden hastane… Ertesi gün bizi bırakıyorlar.. Bir gün de Antalya’da kalıyoruz, sonra yeniden Çavdır… Eşyalarımızı açıyorum… Benjamin’i yatağımdaki komidinin üstüne koyuyorum, bir türlü yenememiş bir yemek gibi iştihayla bakıyorum… Sanki sırlar onda… Kemalizm meselesini, taşrayı, modernliği bana o anlatacak… “Bak şimdi Osmancım durum şöyle” diyecek, babamın eski arkadaşları gibi, müşfik ve babacan, bana eski zamanlarla, modern zamanların sırlarını anlatacak… O işler öyle değil yiğen diyecek…
Kitabı oraya bırakıp dükkana gidiyorum. Hesap, kitap, herkeslere dert anlatma… Derken, eve geliyorum, Seyhan uyur uyanık, ben biraz okuyacam diyorum… Pasajlar’ı açıyorum. Hassiktir, Tarih Üzerine, sonrası Baudliere, Sonrası Proust Edit, Sonrası One Way Road… Eee, ben bunları zaten Belge Yayınları’nın Pırıltılar’ı ve Metis’in Son Bakışta Aşk seçkisinden okumadım mıydı? Geriye bir tek Pasajlar kalıyor… Marks’un Grundrisse için söylediği gibi ‘tamtakır kuru bir metin’… Susan Buck Morss’a bir kalay, 10 sayfalık metinden 500 sayfa kitabı nerenden uydurdun… Benjamin’de değişen bir şey yok hülasa.. Zaten Benjamin dediğin 5-6 metin.. Tıpkı tarihte değişen bir şey olmadığı gibi, o da zaten 5-6 mitolojik hikaye, bi Aşil var Hektorla; bi Habil Kabil, Bi syssiphos, bir buynuzlu zeus öküzgözlü hera, kapkaççı prometheus, anasına göz koyan Oedipus… Neyse,  Sende mi Benjamin diyorum kendi kendime… Benjamin, homojen olmayan boş zamanda da tekerrür edebiliyormuş…
Gelelim balığa. Yanlışlık olmasın, Firuze filminin sonunda, Haluk Bilginer’in hatırladığı Vatoz balığının peşinde değilim. Zaten vatoz, çarpsa ne yazar, Allahın günü, ağzını vantuz gibi cama yapıştırıp temizlik yapan sünepe balık değil mi bu, bunun mevzusunu yapacak değilim…  Çocukken okuduğum, Martin Eden romanında, Martin Eden sıradan bir insan olarak başladığı hayatını pek çok  başarıyla taçlandırır, aşık olduğu kadının gönlünü feth etmeyi başarır… Sonra dünya nimetlerinden bıkar, kendinden utanır, hayatından sıkılır… Yeniden başladığı yere gemiye döner. Fakat artık, basit bir denizci olarak değil, lüks kamarada yolculuk yapabilen bir yazar olarak… Kitabın son paragrafında, Martin Eden kendisini denize atar; hayata dönmemek için son nefesinin ve gücünün yettiği yere kadar dibe yüzer ve nefesini dipte bırakır… Tam o anda, ciğerinden boşalan hava kabarcıklarının arasından geçen bir balığı görür … Niyeyse, Martin Eden için Jack London’un kendisidir ve bir küçük burjuva hikayesidir denilir… Hülasa, mesele vatoz da değil, Martin Eden’ın son nefesinde kabarcıkların arasında gördüğü balık… 

8 Mart 2012 Perşembe

BİR TİYATRO OYUNUNUN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Osman’ın taşra gözlemlerini merakla bekleyeduralım; tekrardan akademiye, Taksim’e, bilgi işçiliğine (yani bir şekilde, sosyal hizmetlerden akademik psikolojiye) geri dönmenin etkisiyle, benim güncemde de, Tuzla-devlet-yabancılaşma ekseninin yerini teori-sanat-politika bir kısım almış görünüyor. Bir kısım, zira profesyonel düşünmeye devam, ekmeğin emrindeyiz her daim…

Eh, insanın hayatında Taksim merkezi bir yer tutmayagörsün, zihni de ona göre şekilleniveriyor. Söz konusu cümle “ne kadar bohem yaşıyorum yarebbim” gibi duruyor ama illa ki hayra alamet bir şey değil bu. Sağa sola bakıp tefekkür edebilme imkanıyla, o tefekkürün içinde kaybolma arasındaki salınım hali, olduğu yerde duruyor.

Neyse, ekip olarak Mirza Metin’in oyununu, “Disko 5 No’lu”yu izlemeye gittik. Oyun o kadar başarılıydı ki, bir sanat sorusunu açtı önümde. Böylesi oyunlara karşı olduğumu fark ettim.

Zamanında, İsrail’in Filistin’de yarattığı vahşet üzerine bir eposta almıştım. Öldürülmüş, enkaz altında kalmış insanlar, fotoğraflar giderek daha da sert bir hale geliyor; bedenleri parçalanmış insanlar, kanlar içinde, paramparça bebekler. Bir süre sonra, artık zulüm meselesini unutuyor insan, tek bir konu kalıyor geriye: Bir sonraki fotoğrafa bakabilecek miyim? Politik kimlik, bir sonraki fotoğrafa bakabilme cesareti ile keskinleşiyor. Bir sonraki fotoğrafa, daha da vahşi olan ölüme tanık edebildiğin takdirde, politik kimliği keskinleşmiş birisi olarak devam ediyorsun yoluna.

Bir tür uyuşturucu gibi, hep daha fazlasını tüketmek zorundasın.

Oyun, bana bu durumu düşündürdü yeniden. Diyarbakır, Auschwitz, insanlığın imkansızlaştığı yerler. Bu oyunlar, burada yaşanan vahşeti, trajediyi hafızaya kazıyor; unutulmaz kılıyor. Vahşet, oyuncunun bedeninde yeniden beliriyor, izleyeni (beni) yerinden ediyor, geriyor, bedensel tepki veriyorum: İnsanların ne kadar acı çektiğini hayal etmeye çalışıyorum. Orada ne yapılabileceğini düşünmeye çalışıyorum. Ben orada ne yapardım, sonrasında ne yapardım, düşünüyorum, hayal etmeye çalışıyorum. Bütün bedenimde kasılmalar oluyor.

Ancak, ne yaparsam yapayım, ben orada olamıyorum. Ben, o acıya bakan oluyorum her halükarda. Benim sınırım bu. Benim travmayla, sınır ihlaliyle, vahşetle olan boşluğum var olmaya devam ediyor; ama ben bu sefer, oyundan, daha fazlasına bakabilmiş birisi olarak çıkıyorum. Sanatı tüketerek, o boşluğun içinde farklı bir konumda duruyorum.

Boşluk varlığına devam ediyor. Bu ihlal, bedeli ödenebilecek bir ihlal değil. Bu ihlal, tazmin edilebilecek bir ihlal değil. Bu ihlali, ben gidip kendimi feda etsem de, ben bunu yaşayanla bir olamam. Devlet, şiddeti aracılığıyla, benle işkenceye maruz kalan kişinin ilişkisinde bir şeyi kopardı, bizi birbirimize yabancı kıldı.
Oyun aracılığıyla, oyuna bakabilen olmak çabasıyla, bu boşluğu kapatmaya çalışıyorum. Ötekinin gözünde ne oluyor, bilemiyorum. Öteki için bu mümkün mü bilemiyorum.

Tehlikeli kısım burası: Ben boşluğu hafiflettiğini düşünen birisi olarak oradan ayrılma potansiyeline sahibim artık. Oysa, boşluk orada, bütün bunlar yaşandı ve dünya, bütün bunların mümkün olabildiği bir dünya olarak var olmaya devam edecek bundan sonra.

O boşluk içerisinde, ben ne yapıyorum ve ne yapabilirim sorusu, beni bağlayan soru diye düşünüyorum. Oyunun başında, oyuncu ağa asılmış bir şekilde, örümcek ağındaki bir sineği canlandırır, müzik çalar ve oyuncu seyircinin sahneye yerleşmesini bekler. Seyirciler olarak, kendi aramızda konuşuruz o esnada. İyi bir yere oturmaya, arkadaşlarımız arasında bulunmaya çalışırız. İşkence devam ediyordur ve biz oyunda iyi görebileceğimiz bir yeri seçiyoruzdur. O konumun sürekli olduğunu düşünüyorum işte. Oradaki estetik deneyim bu açıdan farklıydı; olduğumuz şeyin, travma karşısındaki konumumuzun zorunluluğunu işaret ediyordu bize.

Bu temel koparılmışlık halinde var olmanın, olabilmenin ahlak olduğunu düşünüyorum. Konuşabileceğimiz yer bu. Bu da bizim travmamız, ikincil travma bu. Devlet, böylesi bir şeyi mümkün kılarak; bizi, analarımızı ve babalarımızı, ve ayrıca çocuklarımızı sonsuza kadar lanetledi. Bakan kişinin yaşadığı boşluk hissi sorusuyla karşı karşıya bıraktı bizi: Psikolojilerimize tecavüz etti ve kurucu bir öğe olarak var oldu. Bu boşluğun kapatılmasına dair bir illüzyon yaratabileceği için tehlikeli buluyorum bu oyunu. Ancak, bu boşluğa rağmen bu konu hakkında politika üretebilmenin erdem olduğunu düşünüyorum. Biz, bu işkenceyi yaşamayanlar ama bilenler, bu bilinçle ne yapıyoruz, ne yapabiliriz? Dönüp dolaşıp yüzleşeceğimiz soru bu.

15 Ocak 2012 Pazar

İYİ ÇOCUKLAR, KÖTÜ ÇOCUKLAR

“Biz güzel bir dünya hayal etmeye başladıktan sonra, affedilemeyecek bir suç işliyoruz” Osman Özarslan

İsmet Özel, Waldo’da 12 Mart rejiminin kendisi gibi adamları peşinde olmamasını açıklarken, sözü aynı iktidarın peşindeki iki farklı grubun çatışmasına indirircesine nihayete vardırır sözünü. Sf. 95’ten ben bunu anlıyorum. Bunun doğruluğunu yanlışlığını, niyetini bir kenara bırakarak; Osman’ın aldığı sözü bir adım ileri götürmeyi hedefliyorum. İsmet Özel’in yazdıklarında, devrimciler, en az devlet güçleri kadar kuvvetli bir güç (ve belki bir şer odağı) olarak beliriyorsa, başka bir grup için de, devrimciler bir güzelleme nesnesi olageldi: “Onlar hiçbir şey yapmadılar”. Bir diğer versiyonu ise bu sözün: “Onlar kötü hiçbir şey yapmadılar”.

Sonuçta, iktidarla sol muhalefet arasındaki mücadele nedir diye sorduğumda, şunu görüyorum: Çok organize, güçlü, oldukça disiplinli, kendi içinde heterojen bir hali olsa da, gerektiğinde tek yumruk olarak inebilen bir aygıtla; görece güçsüz, kendi içinde polemikleri bulunan, çoğunluk organize olmayan, belki olamayan, sıklıkla eli kolu koordinasyon içerisinde çalışmayan bir güç – güçler topluğu arasında çatışma. Yani, bu bir mücadele, bu bir savaş ve kimse kimseye “iyi niyetli gençler” olduğu için iktidarı vermez.

Öte yandan, iyi niyetli gençler olarak da alıp alabileceğin bir şeyler vardır: En şanslılar ve becerililer için bir bakan müsteşarlığı olur, bir tür üst düzey kamu görevlisi olmak olur. Daha alçakgönüllüler ve millet neferleri için bir kimlik de halihazırda beklemektedir: Belki biraz Robbie Williams, belki biraz Half Nelson, belki biraz Amerikan dizilerinden bildiğimiz, “dezavantajlı” (Ki bu lafı duymak da kullanmak da hep bambaşka bir yabancılık yaratır bende. Sonradan fark ettim ki, sınıf sözünü kullanamayacağın, kullansan ayıp olacağı ya da yeterli derecede bilimsel olamayacağın yerlerde, mesele sosyal hizmet çalışmalarında, “community psychology” makalelerinde, AB projelerinde, ya dezavantajlı demen gerekirmiş, ya risk grubu, ya da “low SES”.) gençlerle çalışan, otoriter ve / ama onurlu, bir şekilde Mahmut Hoca’ya (ve dolayısıyla Gönül Yarası’ndaki öğretmene) çok ciddi bir şekilde benzeyen, siyah okul müdürü olabilirsin. Bu da bir şeydir ve dalga geçilmekten çok saygıyı da hak eder.

Henüz 12-13 yaşında bir çocukken, politik kitaplarla tanışmıştım. Önce Öner Yağcı’nın Turnalar’ı, sonrasında ise Nihat Behram’ın “Darağacında 3 Fidan”. Özellikle ikincisinde gözlerim dolmuştu. Sonrasında Deniz Gezmiş, bir kurşun bile sıkmayan, dağa çıkmayı, dağda yaşamayı bilmeyen bir grup gencin önderi olarak sıklıkla anıldı. Hadi anılmayı geçelim; bu şekilde savunuldu da.

Deniz Gezmiş özelinde devrimcileri, iyi çocuklar olarak anmak, onları bu şekilde meşru göstermeye çalışmak, bir tür burjuvazi iki yüzlülüğü olarak, “tatlı tatlı hadım etmek”ten ibaret değildir diye düşünüyorum. Bu, aynı zamanda, kendisi izleyici olarak kalırken, kendisi bedel ödemezken, dünyanın kendi aleyhine olmayacak şekilde değişmesini ummanın dayanılmaz çekiciliğidir. İyi çocukların, iktidarı iyilikle almasını istemek: Sarı saçlı mavi gözlüyü hatırlamak gibi bir şey değil de ne? İyi çocukların iyiliğini görmezden gelenlere, onları kötüleyenlere kızmak; bir şekilde, onları hem iyi olmakla, hem de çocuk olmakla prangalamak değil de ne?

Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya… Birini devlet kurşun atarak öldürdü, birininse vücudunu parçaladı. Ancak, biyografileri yazılsa da, ne “Hatırla Sevgili”den ihtimam gördüler, ne de bakanlık bültenlerinde atıf aldılar. İyi çocuk masalını bozanlardandılar. İsmet Özel’in senaryosundaki bir yerde de yoktular: İkisinin teorilerinde de, benim bildiğim ve anladığım kadarıyla, ne tepeden inmecilik vardır, ne orduculuk, ne de darbecilik. Öncülük vardır, o ayrı.

Bir süredir, iki ayrı şarkının nakaratı, ağzıma takılmış duruyor benim de.

“I ain’t no nice guy after all”

Ve

“I’m no easy, until I’m, killed by death”

12 Ocak 2012 Perşembe

Gizli Özne

Gizli Özne

“Esas İstanbul burasıymış” dedi

yoldan geçen kadın

ve yoldan geçip gitti.

*Harbiye-Osmanbey, 5 Ocak 2012.

Lise yıllarıydı. Bir gün kulağıma bir duyum geldi. “Emyuen'de bir yazı yazmış. Atalarımı katleden bir ülkede yaşamaktan utanç duyuyorum diyormuş”. Yazıyı ya da sunumu, her neyse, hiç okumadım. Ama aklımda yapışıp kalmış bu sözler. “Ayıp” demişti yatakhaneden biri bahsi geçince. Belki böyle bir yazı hiç yoktur. MUN diye bilinen Birleşmiş Milletler Kulübü üyesi miydi bilmem. Yatakhanede severdik biz MUN-ci ya da Amerikacı laflarını küfür mahiyetinde kullanmayı.

On iki yıl önce, sınıfın en başarısız öğrencisi olduğum orta ikinci sınıfta ilk kez aynı sınıfa düşmüştük. Sınıfın en başarılı öğrencisi idi. Fakat nedense diğer başarılı öğrencilerden farklıydı. Deftere yazarken avcunun terini alsın diye kullanmayı ihmal etmediği mendiliyle, çalışkan İstanbullu öğrencilerden beklenmeyen bir açıklığa, abartılı da bir titizliğe sahipti. Konuşurken faltaşı gibi açılan gözlerini esirgemezdi çalışkan olmayan öğrencilerden. Mendilini ise ihmal etmezdi. Dürüst olmak gerek; güzel ve alımlı bir genç kadındı. Bir lütuf sayılabilirdi esirgemediği gözleri benim gibi çalışkan olmayan öğrenciler için.

İzciler'in ana kanadı Selma Hanım vardı bir de. O yıl tarih öğretmenimizdi. Sınıfa tarihi öğretmekle yükümlü öğretmenimiz. İşte o Selma Hanım'ın bir yazılı sınavı sonrası başka bir ilişkimiz olmuştu. Nasıl olduysa benim 5 aldığım sınavdan 4 almıştı. “Nasıl aldın?” diye sorup duruyordu bana. Çalışkan olmayanlar sınfındaydım halbuki. Benim zeki olduğumu düşünüyordu ya da kendisinin yeterince çalışmadığını. Aldığı 4'ü telafi etmeliydi. Hayır hayır, az çalışması olamazdı sorun. Çok çalışkandı, en çalışkandı. Şaşırmıştım, biraz da gururum okşanmıştı. Hem nadir başarılardan biriydi benim için o yıllarda. Çalışkan kızı alteden zeki çocuk rolünü sevmiştim. Tabii diyememiştim “ilkokuldan beri tarihi çok sever, iyi bilirim” diye. “Dandanakan 1040, Malazgirt 1071, Miryakefalon 1178, Bursa 1326, İstanbul 1453. Anadolu Türk yurdu oldu”. “Yorum yapmanı istiyor” demiştim, “ezber değil”.

Tehcirin üçüncü yılıydı o sene; hazırlık, orta bir, orta iki. Bir milyon yoktuk da eskilerin dediğine göre bir zamanlar üç otobüs kadar varmışız. Bursa 1326'dan İstanbul 1453'e atılanlar, atlayanlar. Anadolu kaplanları değildik de Türkiye'nin aydınlık yüzüsünüz diyorlardı açılış törenlerinde. Tanpınar'dan çok Mina Urgan gibiydi dünya. Robert Kolej, siz seçilmiş olanlar, Türkiye'yi kalkındırıp muasır medeniyet seviyesine yükseltecekler. İzciler'in baba kanadı Türkçe öğretmeni Adil Bey çok önem verirdi muasır medeniyete. Fakat muasır medeniyet denmesine katiyen karşıydı. Çağdaş uygarlık. Takip etmek değil izlemek. Türkçe Off'u okudum dersen çok sevinir, yaz tatilinde okuduğum Halit Kıvanç'ın Kupaların Kupası Dünya Kupası kitabını pek hoş karşılamazdı. Halbuki Halit Kıvanç da izlemek der takip etmek yerine.

Muasır medeniyet için gitmen gerekir, bin yıl beklesen ayağına gelmez. 1326'dan 1453'e ve oradan 2000'lere; yeni milenyuma, ufka doğru yukarı, yukarı ve ileri. Orta Asya'dan Lüxemburg'a doğru, sağdan sağdan. Geriye bakmadan, dönüp özlemeden, düşenle düşmeden. İşte Robert Kolej! Kim çıkardı 1915'i! Öğretmeliydim: 1040, 1071, 1178, 1326, 1453; 1453, 1326, 1178, 1071, 1040. “Karıştırmış olmalı”. Orta ikiye, tehcirin üçüncü yılına geri gitmeli ve tarihten 5 alması için ne yapması gerektiğini iyice açıklamalıydım. “Anadolu Türk yurdu oldu”. İzciler'e de bir merhaba demeliydim; unutmadan söylemeliydim onlara. Selma Hanım'a şairlik, Adil Bey'e tarih öğretmenliği daha çok yakışırdı.

Soğuk tarih odaları erkek yurdu ranzalarına benzer daha çok, deplasmanda oynanan bir futbol maçı gibidir; kavgalı dövüşlü ve çok küfürlü. De-plasman, yerinden olma demek ise Fransızca'dan gelip dilimizi kirleten bu sözcüğün yerine Adil Bey ne önerirdi acaba? “Anadolu Türk yurdu oldu”. Yurdundan oldun ve yurdunda oynadığın deplasman maçlarında kafana çakmak atarlar. Misafirperverlik kanımızda var, ağırlamayı çok severiz Türk Yurdu Anadolu'da. Herkesin Anadolu'dan geldiği yatakhaneler ağır-lar. Yeni geleni yurda kabul etmek şiddet dolu bir adettir; çok severiz misafirleri. “O da sevgisini böyle gösteriyor ablası” demek, kabul edip geçmek gerek zulmü. Tolere etmeli. Anadolu halkı toleranslıdır.

Öyle diyorlardı: Geçmişte olan geçmişte kaldı, ilerle artık. Yas tutmaya, ağlamaya zaman yok. Özür dilemeye asla. Kim çıkardı 1915'i! Türk gibi ilerle ki sert adımlarla her yer inlesin, inletsin yurdunda misafir edeceğin o sevgilileri. Buuraasıı seeniin eeviin yaavruum derken misafire, ev sahibini deplasmana çıkarırız, çıkarmışız. Dünya Türk Olacak, Bursa'daki altgeçit yazılamaları böyle söylüyordu. 30000 gurbetçi taraftar ile Dortmund'u kendi evinde deplasmana çıkardığın o günleri hatırla ki Galatasaray'ın UEFA Şampiyonluğu yeniden anlam kazansın. On iki yıl önceydi. Bir gün herkesin Beşiktaşlı olacağı gibi tüm isimlerin büyük ünlü uyumuna uyacağı günler de gelecekti. Tüm sınıf arkadaşların uyacaktı o ünlü uyuma.

O günler gelmedi de...Geri gidelim biz başka günlere, aylara, yıllara. Baştan say; 19 Ocak 2007, 1980, 1955, 1915; 1915, 1955, 1980, 2007 Ocak 19. Bekleme yapma, araları doldur. Gerisi de var fakat biz göremiyoruz, görsek de büyük ünlü uyumuna uymayanları okumuyoruz biz. Sağdan sola yazılan dilleri sevmeyiz. Soldan sağa, soldan SAĞA! Sağdan sağdan, Bekleme yapma! Çok kızardı Adil Bey, “bekleme” desen yeterli.

Karin diye bir isim uydursam büyük ünlü uyumuna uymazdı değil mi öğretmenim?

*Yaşanmış olaylar ve hayali kişilerden esinlenmiştir. Kafa karışıklığını gidermek için geçmişi ve devlet arşivlerini deşmek gerekebilir.