25 Kasım 2012 Pazar
ÖLÜM ÜZERİNE –lll-
13 Kasım 2012 Salı
BEN Kİ SON 9 YILDIR HİÇ
19 Ekim 2012 Cuma
KURBANLAR, VİCDANLAR VE POLİTİKANIN RUH HALİ
Cüneyt Özdemir’i kutlamak gerekiyor diye düşünüyorum. Sadece “vatan hainlerinin”, “bölücülerin”, “bir kısım medyanın”, “azılı kızılların”, “aşırıların”, “bitiklerin” adlarını söyleyebildiği PKK’lileri köşesine taşımaya cesaret etmiş. Sonuçta, kafa karıştırıcı bir yerdeyiz. Devletin bir yandan PKK önderliğiyle görüştüğü iddia ediliyor, bir yandan Diyarbakır emniyet müdürü “teröriste de ağlamalı” dediği için soruşturma başlatılıyor. Öte yandan, seçilmiş Kürt politikacıları tutuklanıyor; bir sürü Kürt devlet veya devlet yanlıları söylediğinde mesele olmayan cümleleri ya da sözcükleri sarf ettiği için gözaltında ya da tutuklu yargılanıyor. Kimin, neye, nasıl tepki vereceği belli olmayan bir ortamda, Cüneyt Özdemir PKK’li diye birinin olduğunu ve onun açlık grevinin de üstüne düşünülmeye değer bir şey olduğunun altını çiziyor.
Öte yandan, PKK’li mahkum ve tutuklulara yönelik uygulanan sistematik sansür, ancak gözyaşı ve ölüm söz konusu olduğunda esneyebiliyor. Açlık grevi, ya bir milletvekilini ağlattığında, ya da artık ölüm kapıya dayandığında görünür olabiliyor. Bu bize gösteriyor ki, medya gözyaşı ve kan istiyor. Eğer ki, başka bir beden üzerinde gözyaşı döktürecek kadar etkiniz yoksa; ya da ölümün, ya da hayat boyu sakat kalmanın eşiğine gelmezseniz, bedeninizi açlığa yatırmanın görülmeye değer bir yanı yoktur. Politik iddianız göz ardı edilebilir; bu iddialı politik ediminiz bir o kadar iyi örgütlenmiş bir sessizlik ve karanlığın içerisinde yok olup gidebilir.
Nihayetinde, eğer kurban olmayı göze almamışsanız, politik olarak var olma şansınız elinizden alınmış demektir. Uyandıran, farkına vardıran, görünür kılınmayı sağlayan bir unsur olarak ölüm ve gözyaşı, Hz. İbrahim’in öyküsünde yer bulur kendine. Hz. İbrahim, bir cinayetle test edilen, acı çeken bir babadır: Kan ve gözyaşı, onu Allah’a yaklaştırır. Bugünse, politik bir edim olarak bedenlerini açlığa yatıranlar, ancak ölümün eşiğine geldiklerinde konuşulabilir oluyorlar. Herkesin sorduğu, biz bu cesetlerle, biz bu saklayamayacağımız cesetlerle ne yapabiliriz oluyor; çünkü bu insanlar öldüklerinde kurban olmayacaklar – ya da bir dini pratiğin değil, örgütlü bir sansürün, bir dışlanmanın, bir görmezden gelmenin, yani bir tür konformizmin kurbanı olacaklar, bunu biliyoruz.
Ölümün ve acıtmanın, yani aşırılığın, görünür olmaya yarayan tek yol olduğu bir dünyada, artık hepimiz bir şiddetin mağduru ve üreticisi olmuşuz demektir. Muhayyilelerimizde acı ve ölümden başka bir duyguya yer bırakmamışız; diğer bütün duyguların ve politik edimlerin düşündürme işlevini yitirdiği bir noktadayız demektir. Sadece ölüm ve acı, sadece cinayet; ama kurban da olmayan bir cinayet, anlamsız bir cinayet, bizi harekete geçirebiliyor. Zihnimiz uyuştu. O zaman sormak gerekiyor: Büyük bir uyuşmanın içerisinde politika yapmak, politik hayatı devam ettirmek nasıl mümkün olacak?
Öte yandan, PKK’li mahkum ve tutuklular da, kendilerini kurban etmekten başka bir şanslarının olmadığı bir noktadalar. Bize bir yandan da şunu soruyorlar: Sadece kurban olarak mı politika yapacağız artık? Peki, hazır mıyız, böylesi bir politik iklimin bedelini ödemeye? Ölüm ve acı dışında bir duygunun kalmadığı bir ortamda politik bir varoluşun içinde bulunmaya hazır mıyız? Ölmeye ya da silinmeye, kurban ya da cemaat olmaya, bu ikisinden birini olmaktan başka bir şey olma imkanımızın olmamasına? Kurban olanlar ve kurban edilecekler, politik kimliklerinin bedelini canıyla ödeyecekler, feda edecekler kendilerini; peki ya kalanlara ne olacak, hayatı bağışlanmış kurban adayları olarak, insan kurban eden bu makinenin içinde bütün bu hissettiklerimizle biz ne yapacağız?
22 Nisan 2012 Pazar
YAŞAM ÜZERİNE
8 Mart 2012 Perşembe
BİR TİYATRO OYUNUNUN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Eh, insanın hayatında Taksim merkezi bir yer tutmayagörsün, zihni de ona göre şekilleniveriyor. Söz konusu cümle “ne kadar bohem yaşıyorum yarebbim” gibi duruyor ama illa ki hayra alamet bir şey değil bu. Sağa sola bakıp tefekkür edebilme imkanıyla, o tefekkürün içinde kaybolma arasındaki salınım hali, olduğu yerde duruyor.
Neyse, ekip olarak Mirza Metin’in oyununu, “Disko 5 No’lu”yu izlemeye gittik. Oyun o kadar başarılıydı ki, bir sanat sorusunu açtı önümde. Böylesi oyunlara karşı olduğumu fark ettim.
Zamanında, İsrail’in Filistin’de yarattığı vahşet üzerine bir eposta almıştım. Öldürülmüş, enkaz altında kalmış insanlar, fotoğraflar giderek daha da sert bir hale geliyor; bedenleri parçalanmış insanlar, kanlar içinde, paramparça bebekler. Bir süre sonra, artık zulüm meselesini unutuyor insan, tek bir konu kalıyor geriye: Bir sonraki fotoğrafa bakabilecek miyim? Politik kimlik, bir sonraki fotoğrafa bakabilme cesareti ile keskinleşiyor. Bir sonraki fotoğrafa, daha da vahşi olan ölüme tanık edebildiğin takdirde, politik kimliği keskinleşmiş birisi olarak devam ediyorsun yoluna.
Bir tür uyuşturucu gibi, hep daha fazlasını tüketmek zorundasın.
Oyun, bana bu durumu düşündürdü yeniden. Diyarbakır, Auschwitz, insanlığın imkansızlaştığı yerler. Bu oyunlar, burada yaşanan vahşeti, trajediyi hafızaya kazıyor; unutulmaz kılıyor. Vahşet, oyuncunun bedeninde yeniden beliriyor, izleyeni (beni) yerinden ediyor, geriyor, bedensel tepki veriyorum: İnsanların ne kadar acı çektiğini hayal etmeye çalışıyorum. Orada ne yapılabileceğini düşünmeye çalışıyorum. Ben orada ne yapardım, sonrasında ne yapardım, düşünüyorum, hayal etmeye çalışıyorum. Bütün bedenimde kasılmalar oluyor.
Ancak, ne yaparsam yapayım, ben orada olamıyorum. Ben, o acıya bakan oluyorum her halükarda. Benim sınırım bu. Benim travmayla, sınır ihlaliyle, vahşetle olan boşluğum var olmaya devam ediyor; ama ben bu sefer, oyundan, daha fazlasına bakabilmiş birisi olarak çıkıyorum. Sanatı tüketerek, o boşluğun içinde farklı bir konumda duruyorum.
Boşluk varlığına devam ediyor. Bu ihlal, bedeli ödenebilecek bir ihlal değil. Bu ihlal, tazmin edilebilecek bir ihlal değil. Bu ihlali, ben gidip kendimi feda etsem de, ben bunu yaşayanla bir olamam. Devlet, şiddeti aracılığıyla, benle işkenceye maruz kalan kişinin ilişkisinde bir şeyi kopardı, bizi birbirimize yabancı kıldı.
Oyun aracılığıyla, oyuna bakabilen olmak çabasıyla, bu boşluğu kapatmaya çalışıyorum. Ötekinin gözünde ne oluyor, bilemiyorum. Öteki için bu mümkün mü bilemiyorum.
Tehlikeli kısım burası: Ben boşluğu hafiflettiğini düşünen birisi olarak oradan ayrılma potansiyeline sahibim artık. Oysa, boşluk orada, bütün bunlar yaşandı ve dünya, bütün bunların mümkün olabildiği bir dünya olarak var olmaya devam edecek bundan sonra.
O boşluk içerisinde, ben ne yapıyorum ve ne yapabilirim sorusu, beni bağlayan soru diye düşünüyorum. Oyunun başında, oyuncu ağa asılmış bir şekilde, örümcek ağındaki bir sineği canlandırır, müzik çalar ve oyuncu seyircinin sahneye yerleşmesini bekler. Seyirciler olarak, kendi aramızda konuşuruz o esnada. İyi bir yere oturmaya, arkadaşlarımız arasında bulunmaya çalışırız. İşkence devam ediyordur ve biz oyunda iyi görebileceğimiz bir yeri seçiyoruzdur. O konumun sürekli olduğunu düşünüyorum işte. Oradaki estetik deneyim bu açıdan farklıydı; olduğumuz şeyin, travma karşısındaki konumumuzun zorunluluğunu işaret ediyordu bize.
Bu temel koparılmışlık halinde var olmanın, olabilmenin ahlak olduğunu düşünüyorum. Konuşabileceğimiz yer bu. Bu da bizim travmamız, ikincil travma bu. Devlet, böylesi bir şeyi mümkün kılarak; bizi, analarımızı ve babalarımızı, ve ayrıca çocuklarımızı sonsuza kadar lanetledi. Bakan kişinin yaşadığı boşluk hissi sorusuyla karşı karşıya bıraktı bizi: Psikolojilerimize tecavüz etti ve kurucu bir öğe olarak var oldu. Bu boşluğun kapatılmasına dair bir illüzyon yaratabileceği için tehlikeli buluyorum bu oyunu. Ancak, bu boşluğa rağmen bu konu hakkında politika üretebilmenin erdem olduğunu düşünüyorum. Biz, bu işkenceyi yaşamayanlar ama bilenler, bu bilinçle ne yapıyoruz, ne yapabiliriz? Dönüp dolaşıp yüzleşeceğimiz soru bu.
15 Ocak 2012 Pazar
İYİ ÇOCUKLAR, KÖTÜ ÇOCUKLAR
İsmet Özel, Waldo’da 12 Mart rejiminin kendisi gibi adamları peşinde olmamasını açıklarken, sözü aynı iktidarın peşindeki iki farklı grubun çatışmasına indirircesine nihayete vardırır sözünü. Sf. 95’ten ben bunu anlıyorum. Bunun doğruluğunu yanlışlığını, niyetini bir kenara bırakarak; Osman’ın aldığı sözü bir adım ileri götürmeyi hedefliyorum. İsmet Özel’in yazdıklarında, devrimciler, en az devlet güçleri kadar kuvvetli bir güç (ve belki bir şer odağı) olarak beliriyorsa, başka bir grup için de, devrimciler bir güzelleme nesnesi olageldi: “Onlar hiçbir şey yapmadılar”. Bir diğer versiyonu ise bu sözün: “Onlar kötü hiçbir şey yapmadılar”.
Sonuçta, iktidarla sol muhalefet arasındaki mücadele nedir diye sorduğumda, şunu görüyorum: Çok organize, güçlü, oldukça disiplinli, kendi içinde heterojen bir hali olsa da, gerektiğinde tek yumruk olarak inebilen bir aygıtla; görece güçsüz, kendi içinde polemikleri bulunan, çoğunluk organize olmayan, belki olamayan, sıklıkla eli kolu koordinasyon içerisinde çalışmayan bir güç – güçler topluğu arasında çatışma. Yani, bu bir mücadele, bu bir savaş ve kimse kimseye “iyi niyetli gençler” olduğu için iktidarı vermez.
Öte yandan, iyi niyetli gençler olarak da alıp alabileceğin bir şeyler vardır: En şanslılar ve becerililer için bir bakan müsteşarlığı olur, bir tür üst düzey kamu görevlisi olmak olur. Daha alçakgönüllüler ve millet neferleri için bir kimlik de halihazırda beklemektedir: Belki biraz Robbie Williams, belki biraz Half Nelson, belki biraz Amerikan dizilerinden bildiğimiz, “dezavantajlı” (Ki bu lafı duymak da kullanmak da hep bambaşka bir yabancılık yaratır bende. Sonradan fark ettim ki, sınıf sözünü kullanamayacağın, kullansan ayıp olacağı ya da yeterli derecede bilimsel olamayacağın yerlerde, mesele sosyal hizmet çalışmalarında, “community psychology” makalelerinde, AB projelerinde, ya dezavantajlı demen gerekirmiş, ya risk grubu, ya da “low SES”.) gençlerle çalışan, otoriter ve / ama onurlu, bir şekilde Mahmut Hoca’ya (ve dolayısıyla Gönül Yarası’ndaki öğretmene) çok ciddi bir şekilde benzeyen, siyah okul müdürü olabilirsin. Bu da bir şeydir ve dalga geçilmekten çok saygıyı da hak eder.
Henüz 12-13 yaşında bir çocukken, politik kitaplarla tanışmıştım. Önce Öner Yağcı’nın Turnalar’ı, sonrasında ise Nihat Behram’ın “Darağacında 3 Fidan”. Özellikle ikincisinde gözlerim dolmuştu. Sonrasında Deniz Gezmiş, bir kurşun bile sıkmayan, dağa çıkmayı, dağda yaşamayı bilmeyen bir grup gencin önderi olarak sıklıkla anıldı. Hadi anılmayı geçelim; bu şekilde savunuldu da.
Deniz Gezmiş özelinde devrimcileri, iyi çocuklar olarak anmak, onları bu şekilde meşru göstermeye çalışmak, bir tür burjuvazi iki yüzlülüğü olarak, “tatlı tatlı hadım etmek”ten ibaret değildir diye düşünüyorum. Bu, aynı zamanda, kendisi izleyici olarak kalırken, kendisi bedel ödemezken, dünyanın kendi aleyhine olmayacak şekilde değişmesini ummanın dayanılmaz çekiciliğidir. İyi çocukların, iktidarı iyilikle almasını istemek: Sarı saçlı mavi gözlüyü hatırlamak gibi bir şey değil de ne? İyi çocukların iyiliğini görmezden gelenlere, onları kötüleyenlere kızmak; bir şekilde, onları hem iyi olmakla, hem de çocuk olmakla prangalamak değil de ne?
Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya… Birini devlet kurşun atarak öldürdü, birininse vücudunu parçaladı. Ancak, biyografileri yazılsa da, ne “Hatırla Sevgili”den ihtimam gördüler, ne de bakanlık bültenlerinde atıf aldılar. İyi çocuk masalını bozanlardandılar. İsmet Özel’in senaryosundaki bir yerde de yoktular: İkisinin teorilerinde de, benim bildiğim ve anladığım kadarıyla, ne tepeden inmecilik vardır, ne orduculuk, ne de darbecilik. Öncülük vardır, o ayrı.
Bir süredir, iki ayrı şarkının nakaratı, ağzıma takılmış duruyor benim de.
“I ain’t no nice guy after all”
Ve
“I’m no easy, until I’m, killed by death”
12 Ocak 2012 Perşembe
Gizli Özne
Gizli Özne
“Esas İstanbul burasıymış” dedi
yoldan geçen kadın
ve yoldan geçip gitti.
*Harbiye-Osmanbey, 5 Ocak 2012.
Lise yıllarıydı. Bir gün kulağıma bir duyum geldi. “Emyuen'de bir yazı yazmış. Atalarımı katleden bir ülkede yaşamaktan utanç duyuyorum diyormuş”. Yazıyı ya da sunumu, her neyse, hiç okumadım. Ama aklımda yapışıp kalmış bu sözler. “Ayıp” demişti yatakhaneden biri bahsi geçince. Belki böyle bir yazı hiç yoktur. MUN diye bilinen Birleşmiş Milletler Kulübü üyesi miydi bilmem. Yatakhanede severdik biz MUN-ci ya da Amerikacı laflarını küfür mahiyetinde kullanmayı.
On iki yıl önce, sınıfın en başarısız öğrencisi olduğum orta ikinci sınıfta ilk kez aynı sınıfa düşmüştük. Sınıfın en başarılı öğrencisi idi. Fakat nedense diğer başarılı öğrencilerden farklıydı. Deftere yazarken avcunun terini alsın diye kullanmayı ihmal etmediği mendiliyle, çalışkan İstanbullu öğrencilerden beklenmeyen bir açıklığa, abartılı da bir titizliğe sahipti. Konuşurken faltaşı gibi açılan gözlerini esirgemezdi çalışkan olmayan öğrencilerden. Mendilini ise ihmal etmezdi. Dürüst olmak gerek; güzel ve alımlı bir genç kadındı. Bir lütuf sayılabilirdi esirgemediği gözleri benim gibi çalışkan olmayan öğrenciler için.
İzciler'in ana kanadı Selma Hanım vardı bir de. O yıl tarih öğretmenimizdi. Sınıfa tarihi öğretmekle yükümlü öğretmenimiz. İşte o Selma Hanım'ın bir yazılı sınavı sonrası başka bir ilişkimiz olmuştu. Nasıl olduysa benim 5 aldığım sınavdan 4 almıştı. “Nasıl aldın?” diye sorup duruyordu bana. Çalışkan olmayanlar sınfındaydım halbuki. Benim zeki olduğumu düşünüyordu ya da kendisinin yeterince çalışmadığını. Aldığı 4'ü telafi etmeliydi. Hayır hayır, az çalışması olamazdı sorun. Çok çalışkandı, en çalışkandı. Şaşırmıştım, biraz da gururum okşanmıştı. Hem nadir başarılardan biriydi benim için o yıllarda. Çalışkan kızı alteden zeki çocuk rolünü sevmiştim. Tabii diyememiştim “ilkokuldan beri tarihi çok sever, iyi bilirim” diye. “Dandanakan 1040, Malazgirt 1071, Miryakefalon 1178, Bursa 1326, İstanbul 1453. Anadolu Türk yurdu oldu”. “Yorum yapmanı istiyor” demiştim, “ezber değil”.
Tehcirin üçüncü yılıydı o sene; hazırlık, orta bir, orta iki. Bir milyon yoktuk da eskilerin dediğine göre bir zamanlar üç otobüs kadar varmışız. Bursa 1326'dan İstanbul 1453'e atılanlar, atlayanlar. Anadolu kaplanları değildik de Türkiye'nin aydınlık yüzüsünüz diyorlardı açılış törenlerinde. Tanpınar'dan çok Mina Urgan gibiydi dünya. Robert Kolej, siz seçilmiş olanlar, Türkiye'yi kalkındırıp muasır medeniyet seviyesine yükseltecekler. İzciler'in baba kanadı Türkçe öğretmeni Adil Bey çok önem verirdi muasır medeniyete. Fakat muasır medeniyet denmesine katiyen karşıydı. Çağdaş uygarlık. Takip etmek değil izlemek. Türkçe Off'u okudum dersen çok sevinir, yaz tatilinde okuduğum Halit Kıvanç'ın Kupaların Kupası Dünya Kupası kitabını pek hoş karşılamazdı. Halbuki Halit Kıvanç da izlemek der takip etmek yerine.
Muasır medeniyet için gitmen gerekir, bin yıl beklesen ayağına gelmez. 1326'dan 1453'e ve oradan 2000'lere; yeni milenyuma, ufka doğru yukarı, yukarı ve ileri. Orta Asya'dan Lüxemburg'a doğru, sağdan sağdan. Geriye bakmadan, dönüp özlemeden, düşenle düşmeden. İşte Robert Kolej! Kim çıkardı 1915'i! Öğretmeliydim: 1040, 1071, 1178, 1326, 1453; 1453, 1326, 1178, 1071, 1040. “Karıştırmış olmalı”. Orta ikiye, tehcirin üçüncü yılına geri gitmeli ve tarihten 5 alması için ne yapması gerektiğini iyice açıklamalıydım. “Anadolu Türk yurdu oldu”. İzciler'e de bir merhaba demeliydim; unutmadan söylemeliydim onlara. Selma Hanım'a şairlik, Adil Bey'e tarih öğretmenliği daha çok yakışırdı.
Soğuk tarih odaları erkek yurdu ranzalarına benzer daha çok, deplasmanda oynanan bir futbol maçı gibidir; kavgalı dövüşlü ve çok küfürlü. De-plasman, yerinden olma demek ise Fransızca'dan gelip dilimizi kirleten bu sözcüğün yerine Adil Bey ne önerirdi acaba? “Anadolu Türk yurdu oldu”. Yurdundan oldun ve yurdunda oynadığın deplasman maçlarında kafana çakmak atarlar. Misafirperverlik kanımızda var, ağırlamayı çok severiz Türk Yurdu Anadolu'da. Herkesin Anadolu'dan geldiği yatakhaneler ağır-lar. Yeni geleni yurda kabul etmek şiddet dolu bir adettir; çok severiz misafirleri. “O da sevgisini böyle gösteriyor ablası” demek, kabul edip geçmek gerek zulmü. Tolere etmeli. Anadolu halkı toleranslıdır.
Öyle diyorlardı: Geçmişte olan geçmişte kaldı, ilerle artık. Yas tutmaya, ağlamaya zaman yok. Özür dilemeye asla. Kim çıkardı 1915'i! Türk gibi ilerle ki sert adımlarla her yer inlesin, inletsin yurdunda misafir edeceğin o sevgilileri. Buuraasıı seeniin eeviin yaavruum derken misafire, ev sahibini deplasmana çıkarırız, çıkarmışız. Dünya Türk Olacak, Bursa'daki altgeçit yazılamaları böyle söylüyordu. 30000 gurbetçi taraftar ile Dortmund'u kendi evinde deplasmana çıkardığın o günleri hatırla ki Galatasaray'ın UEFA Şampiyonluğu yeniden anlam kazansın. On iki yıl önceydi. Bir gün herkesin Beşiktaşlı olacağı gibi tüm isimlerin büyük ünlü uyumuna uyacağı günler de gelecekti. Tüm sınıf arkadaşların uyacaktı o ünlü uyuma.
O günler gelmedi de...Geri gidelim biz başka günlere, aylara, yıllara. Baştan say; 19 Ocak 2007, 1980, 1955, 1915; 1915, 1955, 1980, 2007 Ocak 19. Bekleme yapma, araları doldur. Gerisi de var fakat biz göremiyoruz, görsek de büyük ünlü uyumuna uymayanları okumuyoruz biz. Sağdan sola yazılan dilleri sevmeyiz. Soldan sağa, soldan SAĞA! Sağdan sağdan, Bekleme yapma! Çok kızardı Adil Bey, “bekleme” desen yeterli.
Karin diye bir isim uydursam büyük ünlü uyumuna uymazdı değil mi öğretmenim?
*Yaşanmış olaylar ve hayali kişilerden esinlenmiştir. Kafa karışıklığını gidermek için geçmişi ve devlet arşivlerini deşmek gerekebilir.