Osman’ın taşra gözlemlerini merakla bekleyeduralım; tekrardan akademiye, Taksim’e, bilgi işçiliğine (yani bir şekilde, sosyal hizmetlerden akademik psikolojiye) geri dönmenin etkisiyle, benim güncemde de, Tuzla-devlet-yabancılaşma ekseninin yerini teori-sanat-politika bir kısım almış görünüyor. Bir kısım, zira profesyonel düşünmeye devam, ekmeğin emrindeyiz her daim…
Eh, insanın hayatında Taksim merkezi bir yer tutmayagörsün, zihni de ona göre şekilleniveriyor. Söz konusu cümle “ne kadar bohem yaşıyorum yarebbim” gibi duruyor ama illa ki hayra alamet bir şey değil bu. Sağa sola bakıp tefekkür edebilme imkanıyla, o tefekkürün içinde kaybolma arasındaki salınım hali, olduğu yerde duruyor.
Neyse, ekip olarak Mirza Metin’in oyununu, “Disko 5 No’lu”yu izlemeye gittik. Oyun o kadar başarılıydı ki, bir sanat sorusunu açtı önümde. Böylesi oyunlara karşı olduğumu fark ettim.
Zamanında, İsrail’in Filistin’de yarattığı vahşet üzerine bir eposta almıştım. Öldürülmüş, enkaz altında kalmış insanlar, fotoğraflar giderek daha da sert bir hale geliyor; bedenleri parçalanmış insanlar, kanlar içinde, paramparça bebekler. Bir süre sonra, artık zulüm meselesini unutuyor insan, tek bir konu kalıyor geriye: Bir sonraki fotoğrafa bakabilecek miyim? Politik kimlik, bir sonraki fotoğrafa bakabilme cesareti ile keskinleşiyor. Bir sonraki fotoğrafa, daha da vahşi olan ölüme tanık edebildiğin takdirde, politik kimliği keskinleşmiş birisi olarak devam ediyorsun yoluna.
Bir tür uyuşturucu gibi, hep daha fazlasını tüketmek zorundasın.
Oyun, bana bu durumu düşündürdü yeniden. Diyarbakır, Auschwitz, insanlığın imkansızlaştığı yerler. Bu oyunlar, burada yaşanan vahşeti, trajediyi hafızaya kazıyor; unutulmaz kılıyor. Vahşet, oyuncunun bedeninde yeniden beliriyor, izleyeni (beni) yerinden ediyor, geriyor, bedensel tepki veriyorum: İnsanların ne kadar acı çektiğini hayal etmeye çalışıyorum. Orada ne yapılabileceğini düşünmeye çalışıyorum. Ben orada ne yapardım, sonrasında ne yapardım, düşünüyorum, hayal etmeye çalışıyorum. Bütün bedenimde kasılmalar oluyor.
Ancak, ne yaparsam yapayım, ben orada olamıyorum. Ben, o acıya bakan oluyorum her halükarda. Benim sınırım bu. Benim travmayla, sınır ihlaliyle, vahşetle olan boşluğum var olmaya devam ediyor; ama ben bu sefer, oyundan, daha fazlasına bakabilmiş birisi olarak çıkıyorum. Sanatı tüketerek, o boşluğun içinde farklı bir konumda duruyorum.
Boşluk varlığına devam ediyor. Bu ihlal, bedeli ödenebilecek bir ihlal değil. Bu ihlal, tazmin edilebilecek bir ihlal değil. Bu ihlali, ben gidip kendimi feda etsem de, ben bunu yaşayanla bir olamam. Devlet, şiddeti aracılığıyla, benle işkenceye maruz kalan kişinin ilişkisinde bir şeyi kopardı, bizi birbirimize yabancı kıldı.
Oyun aracılığıyla, oyuna bakabilen olmak çabasıyla, bu boşluğu kapatmaya çalışıyorum. Ötekinin gözünde ne oluyor, bilemiyorum. Öteki için bu mümkün mü bilemiyorum.
Tehlikeli kısım burası: Ben boşluğu hafiflettiğini düşünen birisi olarak oradan ayrılma potansiyeline sahibim artık. Oysa, boşluk orada, bütün bunlar yaşandı ve dünya, bütün bunların mümkün olabildiği bir dünya olarak var olmaya devam edecek bundan sonra.
O boşluk içerisinde, ben ne yapıyorum ve ne yapabilirim sorusu, beni bağlayan soru diye düşünüyorum. Oyunun başında, oyuncu ağa asılmış bir şekilde, örümcek ağındaki bir sineği canlandırır, müzik çalar ve oyuncu seyircinin sahneye yerleşmesini bekler. Seyirciler olarak, kendi aramızda konuşuruz o esnada. İyi bir yere oturmaya, arkadaşlarımız arasında bulunmaya çalışırız. İşkence devam ediyordur ve biz oyunda iyi görebileceğimiz bir yeri seçiyoruzdur. O konumun sürekli olduğunu düşünüyorum işte. Oradaki estetik deneyim bu açıdan farklıydı; olduğumuz şeyin, travma karşısındaki konumumuzun zorunluluğunu işaret ediyordu bize.
Bu temel koparılmışlık halinde var olmanın, olabilmenin ahlak olduğunu düşünüyorum. Konuşabileceğimiz yer bu. Bu da bizim travmamız, ikincil travma bu. Devlet, böylesi bir şeyi mümkün kılarak; bizi, analarımızı ve babalarımızı, ve ayrıca çocuklarımızı sonsuza kadar lanetledi. Bakan kişinin yaşadığı boşluk hissi sorusuyla karşı karşıya bıraktı bizi: Psikolojilerimize tecavüz etti ve kurucu bir öğe olarak var oldu. Bu boşluğun kapatılmasına dair bir illüzyon yaratabileceği için tehlikeli buluyorum bu oyunu. Ancak, bu boşluğa rağmen bu konu hakkında politika üretebilmenin erdem olduğunu düşünüyorum. Biz, bu işkenceyi yaşamayanlar ama bilenler, bu bilinçle ne yapıyoruz, ne yapabiliriz? Dönüp dolaşıp yüzleşeceğimiz soru bu.