Artık
yeter
Bırakmalıyım
çılgınlığı
Şapkamda
bir tüy
Ne
kadar da parlaktı sahne ışıkları
Heinrich
Heine
-I-
Yılbaşına
birkaç gün vardı. 2011 üzerime karabasan gibi çökmüştü.
Öncelikle,
bitmek tükenmek bilmeyen İstanbul yolculukları, Pamukkale’nin sağ arka pencere
kenarındaki, 34 numaralı koltuk. Gökbel’de kahve-kek; Afyon’da sucuk-ekmek;
Üsküdar-Beşiktaş vapurunda çay-simit; Hisar’da börek… Atılan köprüler, hiç
olmamış gibi kapatılan defterler… Bitmek bilmeyen paperlar, borçlar, inşaat
harfiyatı, mülakatlar… Sonra gelince karabasan gibi gelen; gelmeyince, yokluğu,
ağızda çekilmiş bir diş gibi hissedilen müşteriler…
Yılbaşına
birkaç gün kalmıştı… Seyhan’la Antalya’da buluştuk, birlikte oturduk kahve
içtik. Hamileyim demeye utandı. Yalnızca “Ha…”
diyebildi. Şaşırmadım, zaten Kurban Bayramının ilk günü rüyamda bana hamile olduğunu söylemişti. O kadar gerçekti
bir rüyaydı ki, neredeyse ne zamandır bu haberi bekliyor gibiydim… Sonra kalktık, lavaboya gittim, elimi yüzümü
yıkadım, … Hesabı ödedim. Çıktık. Artık, eskisi gibi değildim. Varoluşuma
bambaşka bir anlam eklenmişti. Bunun da ötesinde, bedenimi, bozuk bir saat gibi
geriden takip eden mental yaşım birden bire yılları aşıp, yerini bulmuştu.
Tıpkı, Antalya’da, nezarette 12 gün gözlerim bağlı kalıp 13.gün teşhir masasına
çıkartılmak üzere yüzümü gördüğümde, artık annemin küçük oğlu olmadığımı
alnımda eksilen saçlardan hissettiğimdeki gibi… Teşhir masasından sonra parmak
izlerimi verirken ismimin “pencerenin
buğusundan silinip polis kaydına” eklendiğindeki
gibi… Ya da askere giderken ergenliğimin tüm neşesini kışla kapısında
bıraktığım gibi… Ne var ki, cezaevi–lokanta-üniversite’de olduğum 10 yıl
boyunca, hep askerden terhis olduğum 26 Ocak günündeki gibi 21.5 yaşında,
özgür, genç ve sevdiğim sivil kıyafetlerin içinde genelde mutlu hissettim kendimi.
Kötü geçen 2011 mutlu bir haberle sona eriyordu… Herhalde diye düşündüm, bu
şeytanın bacağının kırılacağının ilk delaleti olsa gerek.
Üç gün sonra,
Seyhan biraz huzursuz uyandı. “Problemler
var” dedi. Gündüz birkaç kez konuştuk, “iyiyim”
dedi. Sonra gece, yatmak üzere eve gittim, hala huzursuzdu. Önce doktora gitmek
istemedi, onun istemeyişi bana makul geldi önce, pijamalarımı giydim, ışığı söndürdüm. Yattım.
Sonra, birden bire, bir huzursuzluk geldi içime oturdu, “hiç olmazsa Gölhisar’a gidelim, bir doktor görsün” dedim. Kalktık,
giyindik, tam çıkarken, Serdar aradı, gece 1.30 civarlarıydı, Boğaziçi’nde
işgal sürüyordu, kısaca konuştuk, telefonu kapattım. Benim külüstür fordla yola
çıkılmazdı. Yukarıya çıktım, annemin ihtiyat anahtarını koyduğu yerden aldım,
eve girdim, ikisi de çoktan uyumuşlardı, acaba ben de bu yaşta, böyle huzur
içinde uyuyabilecek miyim diye düşündüm, babamın cebini yokladım ve onun
arabasının anahtarlarını aldım… Çıktık yola… Gölhisar’a vardık.
Kayıt
yaptırdık, Seyhan’ın sigortası görünmedi, benimse bağkurum borçtan dolayı
sağlık hizmeti veremeyecekti, “muayene
parası alırız” dediler. “Tamam
veririz” dedik. Sonra, Seyhan nöbetçi doktora girdi, doktorla ikisi
çıktılar, ve doktor mealen buralarda oyalanmayın, Antalya’ya ya da Denizli’ye
acele gidin dedi. Sonra, gözlerinde acımayla karışık, “muayene girişini iptal edin boşa para vermesinler” dedi doktor,
görevlilere… O bakış canımı acıttı, ilk defa o anda kötümser düşünmeye
başladım.
Sabaha karşı
Antalya’ya indik. Acilden kayıt yaptırıp kadın doğumcuyu uyandırdık. Nursuz,
nesebetsiz bir kadın, henüz genç, muhtemelen yeni uzman olmuş, güzel kalın
kaşlarının yarısından çoğunu alıp, yüzünü alabildiğine çirkinleştirmiş. ‘Bu
saatte de olmaz ki kardeşim…’ hissiyatıyla bizimle konuşuyor… Yatış yapıldı,
röntgen, muayene, işlerin kötüye gittiği belli… Kantine indim, Seyhan’a bir
hasta pijaması aldım, meyve suyu, kolonya, peçete de… Onun bedenine göre olan
pijama yok, en az dört beden büyük… Seyhan kadın doğumda ben salonda sabahı
bekleyeceğiz… Sabah namazı vakti geliyor, birkaç saat de olsa uyumak istiyorum,
uyumadan önce babamı aradım, namaza uyanıp camiye gidecek olup da arabayı
göremezse sıkıntı… Sonra saati altı-otuza kurup uyudum. Koridorda bütün bekleme
bankları benden önce kapılmış, yerde yatacaz çaresi yok… Nezarette
geliştirdiğim metod, ayakkabılarımı çıkarttım, sonra üzerimdeki kazağı onun
üzerine koyup yastık yaptım, montumu yeniden giydim, “uyku kardeşim/ver elini uyuyalım…” narkoz verilmiş gibi, yaklaşık
10 saniye sonra bayılacağımı biliyorum, gövdem uykuya damlarken, belli belirsiz
“hani 2012 güzel olacaktı” diye
düşündüm… sonra o balık, o balığın adı
neydi… Bir şeyler başlıyordu ama allahım ne?
-II-
Seyhan
ameliyata alındıktan bir süre sonra yengem geldi. Ardından abim. Bir süre
hastanenin kantininde sohbet ettik, sonra ben gece okumak için yakındaki
D&R’dan bir kitap almak niyetiyle dışarıya çıktım. İnanılmaz bir yağmur
vardı. Karşıdan karşıya geçerken, burada geçen Kepezaltı yılları geldi aklıma.
O zamanlar, kafamdaki en büyük meselelerden birisi, bu lüks konutların olduğu
mahallerde kimler oturacaktı. Bu bizim için hayati bir meseleydi, çünkü herkes
şöyle diyordu “ol’m diyelim ki devrim
oldu a.. koyum; ışıklarda, konyaltı’nda kimler oturacak?” (Ki Fatmir
Gjata’nın Bataklık romanını okuduktan sonra Arnavutluk Devriminin bu meseleyi
tereyağından kıl çeker gibi bir çözüme kavuşturduğunu görünce, en azından bu
mesele de huzura kavuştum…)
Şimdi karşı
kaldırıma geçmek üzere, beri taraftaki kaldırımda bekliyordum. Bir yandan
yağmur, bir yandan otomobillerden sıçrayan sular zaten berbat olan durumumu daha
da zorluyor… Benim geçmeye çalıştığım karşı kaldırımdan bir kadın yola indi,
koştura koştura uzaktan kumandasıyla bir arabayı açtı sonra arabasına bindi
gazladı ve gitti. O ana kadar, aklımda Habil ve Kabil ve onlara ölü gömmeyi
öğreten karga kuşu vardı… O zamanlar, dünyanın nüfusu dört, iki kardeş koca
dünyaya sığamıyor, üç kişiye düşüyor dünya nüfusu… Cümle tabiat, cümle mahlukat
iki yetişkin bir çocuk için… Kadının ardından, kafamdan kahya Yahya türküsünü
döndürmeye başlıyorum… “İçeri giren sarı kız bana baksaydı…”
Örgüt işleriyle uğraşırken, o kaldırıma yürümeyle 15 dakika mesafede bir
markette çalışırdım…Böyle arabaları olan sarışınlar, kavruklara bakmaz,
kendilerinin ki gibi arabaları olan sarışın ya da beyaz yüzlü erkekleri
bulurlardı hep…Pastanelere oturup sütlaç, aşure, muhallebi yerler… İki odalı
parti modeli zaten olmazsa olmaz, binalarla ilgili meseleyi Fatmir çözdü peki,
burjuvaziden intikamı Neçayev gibi mi alacağız… Sarışın arabasıyla gazladı
gitti… Ben yağmurun altında ‘yahya gibi kahyalığımı bilerek’ bekliyorum… Seyhan
ameliyattan çıkacak, acele etmeliyim… Karşı kaldırıma geçiyorum, D&R’dan
içeriye giriyorum, Neçayev’le ilgili yeni bir kitap çıktı mı ki? İki odalı
parti modeli nereye vardı… Bizim saflarımızda hatırlamayı neden Proust gibi
hatırlayabilen bir devrimci çıkmadı; sanki geleceğin ince bağırsaklarından
kokoreç yapacakmışız gibi Polanyi’nin satanic mill’ine doluyoruz…Geçmiş hep
kırıklı… Tanpınar’ın arzuladığı gibi bütünsel bir an yok… Neçhayev, öyle
duruyor, şehitler albümünde bir resim gibi, Türkçe’ye onunla ilgili bir kitap
çevirmişler; İmkansızı İsteyen Adam-Neçhayev… Başka bir şey yok… Seyhan
ameliyattan çıkacak, gece uzun olacak; şöyle güzel bir şeyler almalı…
Neçhayev’i düşünürken kendimi birden Metis rafının önünde buluyorum. Gingzburg,
Peynir ve Kurtlar; John Berger, Görme Biçimleri… Sonra yeniden Habil ve
Kabil, sonra yeniden tekerrür, Eliade’yi iyi okumalı (adam faşist diyorlar
ama…); Arendt, Eichmann Davası
bunlara hep bakmak lazım… Ama tekerrür ve hatırlama önemli, Susan Buck Mors
okumalı belki ama önce Benjamin’in pasajlarını tüketmeli… Mimari yapılar,
toplumsal yapılar, Paris, modernlik… “Yenilmiş
devrimler Paris’e gömülür” dememiş miydi Mahno… Ukrayna’dan Paris’e,
Benjamin’den Baudliere’e; Mahno’dan Neçhayev’e hep bir yol var ama nasıl…
Yeniden Habil ve Kabil, acaba hangisi Habil hangisi Kabil, hangisi haklıydı ki…
Allahım o dipte hava kabarcıklarının arasında son bakıştaki balık neydi ki?
-III-
Benjamin’in
Pasajlar’ını aldım. Kantine geldim, abim ve yengem beni bekliyor. Seyhan’ın
ismi hala elektronik panoda ameliyattakilerin arasında yazılı… Bir süre daha
bekliyoruz… Ameliyat 45 dakika sürecekti. Neredeyse iki saate yaklaştı, aşağıya
ameliyathaneye iniyoruz, “hastanız
serviste” deniyor… Çıkıyoruz, Seyhan aygın baygın… Bir süre sonra tamamen
ayıldı. Abim gitti… Bir başka yakınımız geldi… onunla oturduk bir süre o da
gitti… Sonra ben pijamalarımı giydim, seyhana televizyon açtım, kendimse
Pasajlar’a başladım… Daha ilk cümleyi okumadan telefon… biraz önce ayrılan
yakınımız, “Hastane çıkışı iki sokak
ötede saldırıya uğradım çabuk ambulans yolla…” Telefonu kapatıp süratle
giyindim, aşağıya indim koşarak yakınımızın yanına gittim, eli yüzü kan,
yürüyerek hastaneye geldik, kapı da sandalyeye oturtup içeriye aldılar… Tam
arabaya binerken, arkadan birisi odun vurmuş birisi de gözüne biber gazı
sıkmış.. başına iki alnına dört dikiş…Sonra, Seyhan’ın yanına çıktım, elemanın
durumu iyi korkma ama biraz bürokrasi olacak, rapor, şikayet hastane karakol…
Hastaneden
ayrılıyoruz, “önce Kömürkarası karakoluna
gidin şikayette bulunun” diyor hastane polisi. Karakola, şikayetçi olarak
girmeye alışık değiliz… İster istemez bir gerginlik… Karakol polisleri eskiye
nazaran daha kibarlaşmışlar, karakolda bir takım gençler var, birkaç tinerci,
birkaç mahalle genci, birisini getirdiler üzerinde bali kokuyor, donuna da mı işemiş
ne… Eşgal veriliyor, olay anlatılıyor… Sonra Adli Tıp’a gidin rapor alın diyor
polisler. Çıkıyoruz… Adli Tıp’a varıyoruz, yağmur ve fırtına ortalığı duman
etmiş, her yer heryerde. Zor bela arabayı park edip, içeri giriyoruz… Gitmemiz
gereken yeri, danışmadan öğreniyoruz… Üç kat aşağı iniyoruz… Sonra, tarif
edilen koridora geliyoruz, kapısında morg yazıyor…İçeriden Kürtçe ağıtlar
geliyor, kimin nesi öldü acaba? Bizim Kepi’nin oğlu da bu koridordan mı geçti
ki otopsi için? Raporu verecek olan doktorun odası sonu morg olan koridorun tam
ortasında, kapıyı çalıp içeri giriyoruz… İçerde kafası kel, çakır gözlü,
yuvarlak gözlüklü, zayıf bir doktor, ‘geçmiş
olsun, buyurun oturun…’
Neçayev’i
D&R’da bırakmıştım malum, Benjamin’de Seyhan’ın odasında kaldı; o meşum telefonun
geldiği andan doktorun odasına kadar geçen zaman acaba bir roman bölümü
olsaydı, Kafka’nın Dava’sına ait olurdu şüphesiz.. Ama bu doktor Kafka’ya
uymuyor oldukça fantastik, ama ortam kasvetli ve grotesk şimdi Edgar Alan Poe
kuşağına girdik heralde…
-IV-
Düşük
gerçekleştikten sonra, Seyhan’a kürtaj yaptılar doğal olarak… Antalya’da
hastane kapılarında resmen süründük, Seyhan’la kendimizi Çavdır’a dar attık…
Seyhan, Gülcan, ben… Eve geldik, annem bizi karşıladı. Üzülmeyin gene olur
dedi… Sonra Seyhan’a “kızım düşük zordur,
eskiler dokuz doğur bir düşür derler, yorma kendini, kendine dikkat et”
dedi… Ben annem gene olayı kocakarıya bağladı diye düşündüm… Sonra işe gittim…
Sonraki günlerde de işe gittim… Ama Seyhan’da ters giden bir şeyler vardı. Özellikle
kürtajdan üç gün sonra, kramplar, kasılmalar başladı… Dördüncü gün, iyice
kötüledi, beşinci gün eve ambulans çağırdık… çavdır’da derdimize çare bulamadık
ve yeniden Antalya… Seyhan, botokstan eli yüzü şişmiş sosyetik olduğunu sanan
ama görünüş ve hal-tavır itibariyle kadırgalı seda sayan hanımı çağrıştıran
doktorunun yanına girdi… Sonra, beni çağırdılar…
“Osman Bey, Seyhan Hanım ektopik gebelik
yaşamış…” (Off topic Yadyok hocaları essay kağıtlarıma of topic yazdıkça
Arıza ile Sülo benimle Supporter Osman diye kafa bulurlardı da, ec ne şimdi?
Heralde eclipse’den gelse gerek. O zaman ergen vampirlere ya da Horkheimer’e
doğru yol alıyoruz…) yani? “Normal
gebelik ve dış gebelik bir arada, bebekleriniz ikizmiş, birisi tüplerde
kaldığından onu görememişiz, tüplerdeki dış gebelik, rahimdeki bebeği
zehirleyip öldürmüş…” (Serdar’la çekindiğimiz fotoğrafın altına
clandestinos yazmıştım… Ulan manu cao…) Peki şimdi? (Allahım kardeşini öldüren
Habil mi Kabil miydi?) “Seyhan Hanım’a
laparoskopik ameliyat yapacağız, sonrası için hiçbir sorun kalmayacak ve
ameliyat da çok kolay geçecek…” (Ulan ben sizin ecdadınızı… Eski Beyrut’un
tuvaletin de Foucault okuyun lan yazıyordu değil mi yoksa Arafta’mı? Şimdi bu
Kadırgalı’nın tuvaletine de yazmaz mıyım ben… Nechayev gelsin sizin hakkınızdan, Allahın çakması…)
“Fakat ameliyat biraz masraflı… sizin
bağkur probleminizi çözüp, Seyhan Hanım’ı kendi üzerinize almanız lazım..”
(…) peki…
Sonra çıktım
borcumu öğrendim, Bağkur’a 5.215 tl borcum olmuş… Bizim aile şirketinin
müdürüyüm ya… Boğaziçi’nde işgal sürüyor, “kahve
içme özgürlüğümüz var kardeşim, şimdi atıp tutuyorsunuz ama zaten mezun olunca
şirketlere müdür olarak kapağı atacaksınız” diyenlere fena bozuluyorum, al
işte gör müdürü… Sen bu borç kağıdını al, o ekşi sözlük entry’lerinene iliştir
şimdi… Parayı, dörde kadar yatırmam lazım, yatıramazsam, ya Seyhan ameliyat
olamayacak, ya da özel hastanenin bütün masraflarını ödememiz gerekecek… Parayı
abim ayarlıyor, güç bela yatırıp yetiştiriyorum… Sigorta’da işlemleri
tamamlayınca, hastaneye koşuyorum. YAŞAM HASTANESİ… Seyhan’a ameliyat önlüğünü
giydirip, tekerlekli sandalyeye oturtmuşlar, bizim kadırgalı da başında, ‘hiç merak etmeyin Osman Bey bu kız benim
aşkım’ diyor… Öpüşüyoruz Seyhan’la… O ameliyathaneye ben kantine gidiyor… Bir
çay alıp oturuyorum… Yengem geliyor, birazdan abim gelecek, ben D&R’dan
hangi kitabı alacağımı düşünüyorum… Seyhan Özarslan-Ameliyatta yazıyor 19”
ekranda… Sonrası anlattığım gibi;
kaldırım, yağmur, kadın,
Nechayev, Benjamin, Kafka, Poe… Adli tıp, morg ve yeniden hastane…
Ertesi gün bizi bırakıyorlar.. Bir gün de Antalya’da kalıyoruz, sonra yeniden
Çavdır… Eşyalarımızı açıyorum… Benjamin’i yatağımdaki komidinin üstüne
koyuyorum, bir türlü yenememiş bir yemek gibi iştihayla bakıyorum… Sanki sırlar
onda… Kemalizm meselesini, taşrayı, modernliği bana o anlatacak… “Bak şimdi
Osmancım durum şöyle” diyecek, babamın eski arkadaşları gibi, müşfik ve babacan,
bana eski zamanlarla, modern zamanların sırlarını anlatacak… O işler öyle değil
yiğen diyecek…
Kitabı oraya
bırakıp dükkana gidiyorum. Hesap, kitap, herkeslere dert anlatma… Derken, eve
geliyorum, Seyhan uyur uyanık, ben biraz okuyacam diyorum… Pasajlar’ı açıyorum.
Hassiktir, Tarih Üzerine, sonrası Baudliere, Sonrası Proust Edit, Sonrası One Way
Road… Eee, ben bunları zaten Belge Yayınları’nın Pırıltılar’ı ve Metis’in Son
Bakışta Aşk seçkisinden okumadım mıydı? Geriye bir tek Pasajlar kalıyor… Marks’un Grundrisse için söylediği gibi ‘tamtakır kuru bir metin’… Susan Buck
Morss’a bir kalay, 10 sayfalık metinden 500 sayfa kitabı nerenden uydurdun…
Benjamin’de değişen bir şey yok hülasa.. Zaten Benjamin dediğin 5-6 metin..
Tıpkı tarihte değişen bir şey olmadığı gibi, o da zaten 5-6 mitolojik hikaye,
bi Aşil var Hektorla; bi Habil Kabil, Bi syssiphos, bir buynuzlu zeus öküzgözlü
hera, kapkaççı prometheus, anasına göz koyan Oedipus… Neyse, Sende mi Benjamin diyorum kendi kendime… Benjamin,
homojen olmayan boş zamanda da tekerrür edebiliyormuş…
Gelelim
balığa. Yanlışlık olmasın, Firuze filminin sonunda, Haluk Bilginer’in
hatırladığı Vatoz balığının peşinde değilim. Zaten vatoz, çarpsa ne yazar,
Allahın günü, ağzını vantuz gibi cama yapıştırıp temizlik yapan sünepe balık
değil mi bu, bunun mevzusunu yapacak değilim…
Çocukken okuduğum, Martin Eden romanında, Martin Eden sıradan bir insan
olarak başladığı hayatını pek çok
başarıyla taçlandırır, aşık olduğu kadının gönlünü feth etmeyi başarır…
Sonra dünya nimetlerinden bıkar, kendinden utanır, hayatından sıkılır… Yeniden
başladığı yere gemiye döner. Fakat artık, basit bir denizci olarak değil, lüks
kamarada yolculuk yapabilen bir yazar olarak… Kitabın son paragrafında, Martin
Eden kendisini denize atar; hayata dönmemek için son nefesinin ve gücünün
yettiği yere kadar dibe yüzer ve nefesini dipte bırakır… Tam o anda, ciğerinden
boşalan hava kabarcıklarının arasından geçen bir balığı görür … Niyeyse, Martin
Eden için Jack London’un kendisidir ve bir küçük burjuva hikayesidir denilir…
Hülasa, mesele vatoz da değil, Martin Eden’ın son nefesinde kabarcıkların
arasında gördüğü balık…