22 Nisan 2012 Pazar

YAŞAM ÜZERİNE



Artık yeter
Bırakmalıyım çılgınlığı
Şapkamda bir tüy
Ne kadar da parlaktı sahne ışıkları
Heinrich Heine
-I-
Yılbaşına birkaç gün vardı. 2011 üzerime karabasan gibi çökmüştü.
Öncelikle, bitmek tükenmek bilmeyen İstanbul yolculukları, Pamukkale’nin sağ arka pencere kenarındaki, 34 numaralı koltuk. Gökbel’de kahve-kek; Afyon’da sucuk-ekmek; Üsküdar-Beşiktaş vapurunda çay-simit; Hisar’da börek… Atılan köprüler, hiç olmamış gibi kapatılan defterler… Bitmek bilmeyen paperlar, borçlar, inşaat harfiyatı, mülakatlar… Sonra gelince karabasan gibi gelen; gelmeyince, yokluğu, ağızda çekilmiş bir diş gibi hissedilen müşteriler…
Yılbaşına birkaç gün kalmıştı… Seyhan’la Antalya’da buluştuk, birlikte oturduk kahve içtik. Hamileyim demeye utandı. Yalnızca “Ha…” diyebildi. Şaşırmadım, zaten Kurban Bayramının ilk günü rüyamda bana  hamile olduğunu söylemişti. O kadar gerçekti bir rüyaydı ki, neredeyse ne zamandır bu haberi bekliyor gibiydim…  Sonra kalktık, lavaboya gittim, elimi yüzümü yıkadım, … Hesabı ödedim. Çıktık. Artık, eskisi gibi değildim. Varoluşuma bambaşka bir anlam eklenmişti. Bunun da ötesinde, bedenimi, bozuk bir saat gibi geriden takip eden mental yaşım birden bire yılları aşıp, yerini bulmuştu. Tıpkı, Antalya’da, nezarette 12 gün gözlerim bağlı kalıp 13.gün teşhir masasına çıkartılmak üzere yüzümü gördüğümde, artık annemin küçük oğlu olmadığımı alnımda eksilen saçlardan hissettiğimdeki gibi… Teşhir masasından sonra parmak izlerimi verirken ismimin “pencerenin buğusundan silinip polis kaydına” eklendiğindeki gibi… Ya da askere giderken ergenliğimin tüm neşesini kışla kapısında bıraktığım gibi… Ne var ki, cezaevi–lokanta-üniversite’de olduğum 10 yıl boyunca, hep askerden terhis olduğum 26 Ocak günündeki gibi 21.5 yaşında, özgür, genç ve sevdiğim sivil kıyafetlerin içinde genelde mutlu hissettim kendimi. Kötü geçen 2011 mutlu bir haberle sona eriyordu… Herhalde diye düşündüm, bu şeytanın bacağının kırılacağının ilk delaleti olsa gerek.
Üç gün sonra, Seyhan biraz huzursuz uyandı. “Problemler var” dedi. Gündüz birkaç kez konuştuk, “iyiyim” dedi. Sonra gece, yatmak üzere eve gittim, hala huzursuzdu. Önce doktora gitmek istemedi, onun istemeyişi bana makul geldi önce,  pijamalarımı giydim, ışığı söndürdüm. Yattım. Sonra, birden bire, bir huzursuzluk geldi içime oturdu, “hiç olmazsa Gölhisar’a gidelim, bir doktor görsün” dedim. Kalktık, giyindik, tam çıkarken, Serdar aradı, gece 1.30 civarlarıydı, Boğaziçi’nde işgal sürüyordu, kısaca konuştuk, telefonu kapattım. Benim külüstür fordla yola çıkılmazdı. Yukarıya çıktım, annemin ihtiyat anahtarını koyduğu yerden aldım, eve girdim, ikisi de çoktan uyumuşlardı, acaba ben de bu yaşta, böyle huzur içinde uyuyabilecek miyim diye düşündüm, babamın cebini yokladım ve onun arabasının anahtarlarını aldım… Çıktık yola… Gölhisar’a vardık.
Kayıt yaptırdık, Seyhan’ın sigortası görünmedi, benimse bağkurum borçtan dolayı sağlık hizmeti veremeyecekti, “muayene parası alırız” dediler. “Tamam veririz” dedik. Sonra, Seyhan nöbetçi doktora girdi, doktorla ikisi çıktılar, ve doktor mealen buralarda oyalanmayın, Antalya’ya ya da Denizli’ye acele gidin dedi. Sonra, gözlerinde acımayla karışık, “muayene girişini iptal edin boşa para vermesinler” dedi doktor, görevlilere… O bakış canımı acıttı, ilk defa o anda kötümser düşünmeye başladım.
Sabaha karşı Antalya’ya indik. Acilden kayıt yaptırıp kadın doğumcuyu uyandırdık. Nursuz, nesebetsiz bir kadın, henüz genç, muhtemelen yeni uzman olmuş, güzel kalın kaşlarının yarısından çoğunu alıp, yüzünü alabildiğine çirkinleştirmiş. ‘Bu saatte de olmaz ki kardeşim…’ hissiyatıyla bizimle konuşuyor… Yatış yapıldı, röntgen, muayene, işlerin kötüye gittiği belli… Kantine indim, Seyhan’a bir hasta pijaması aldım, meyve suyu, kolonya, peçete de… Onun bedenine göre olan pijama yok, en az dört beden büyük… Seyhan kadın doğumda ben salonda sabahı bekleyeceğiz… Sabah namazı vakti geliyor, birkaç saat de olsa uyumak istiyorum, uyumadan önce babamı aradım, namaza uyanıp camiye gidecek olup da arabayı göremezse sıkıntı… Sonra saati altı-otuza kurup uyudum. Koridorda bütün bekleme bankları benden önce kapılmış, yerde yatacaz çaresi yok… Nezarette geliştirdiğim metod, ayakkabılarımı çıkarttım, sonra üzerimdeki kazağı onun üzerine koyup yastık yaptım, montumu yeniden giydim, “uyku kardeşim/ver elini uyuyalım…” narkoz verilmiş gibi, yaklaşık 10 saniye sonra bayılacağımı biliyorum, gövdem uykuya damlarken, belli belirsiz “hani 2012 güzel olacaktı” diye düşündüm…  sonra o balık, o balığın adı neydi… Bir şeyler başlıyordu ama allahım ne?

-II-
Seyhan ameliyata alındıktan bir süre sonra yengem geldi. Ardından abim. Bir süre hastanenin kantininde sohbet ettik, sonra ben gece okumak için yakındaki D&R’dan bir kitap almak niyetiyle dışarıya çıktım. İnanılmaz bir yağmur vardı. Karşıdan karşıya geçerken, burada geçen Kepezaltı yılları geldi aklıma. O zamanlar, kafamdaki en büyük meselelerden birisi, bu lüks konutların olduğu mahallerde kimler oturacaktı. Bu bizim için hayati bir meseleydi, çünkü herkes şöyle diyordu “ol’m diyelim ki devrim oldu a.. koyum; ışıklarda, konyaltı’nda kimler oturacak?” (Ki Fatmir Gjata’nın Bataklık romanını okuduktan sonra Arnavutluk Devriminin bu meseleyi tereyağından kıl çeker gibi bir çözüme kavuşturduğunu görünce, en azından bu mesele de huzura kavuştum…)
Şimdi karşı kaldırıma geçmek üzere, beri taraftaki kaldırımda bekliyordum. Bir yandan yağmur, bir yandan otomobillerden sıçrayan sular zaten berbat olan durumumu daha da zorluyor… Benim geçmeye çalıştığım karşı kaldırımdan bir kadın yola indi, koştura koştura uzaktan kumandasıyla bir arabayı açtı sonra arabasına bindi gazladı ve gitti. O ana kadar, aklımda Habil ve Kabil ve onlara ölü gömmeyi öğreten karga kuşu vardı… O zamanlar, dünyanın nüfusu dört, iki kardeş koca dünyaya sığamıyor, üç kişiye düşüyor dünya nüfusu… Cümle tabiat, cümle mahlukat iki yetişkin bir çocuk için… Kadının ardından, kafamdan kahya Yahya türküsünü döndürmeye başlıyorum…  “İçeri giren sarı kız bana baksaydı…” Örgüt işleriyle uğraşırken, o kaldırıma yürümeyle 15 dakika mesafede bir markette çalışırdım…Böyle arabaları olan sarışınlar, kavruklara bakmaz, kendilerinin ki gibi arabaları olan sarışın ya da beyaz yüzlü erkekleri bulurlardı hep…Pastanelere oturup sütlaç, aşure, muhallebi yerler… İki odalı parti modeli zaten olmazsa olmaz, binalarla ilgili meseleyi Fatmir çözdü peki, burjuvaziden intikamı Neçayev gibi mi alacağız… Sarışın arabasıyla gazladı gitti… Ben yağmurun altında ‘yahya gibi kahyalığımı bilerek’ bekliyorum… Seyhan ameliyattan çıkacak, acele etmeliyim… Karşı kaldırıma geçiyorum, D&R’dan içeriye giriyorum, Neçayev’le ilgili yeni bir kitap çıktı mı ki? İki odalı parti modeli nereye vardı… Bizim saflarımızda hatırlamayı neden Proust gibi hatırlayabilen bir devrimci çıkmadı; sanki geleceğin ince bağırsaklarından kokoreç yapacakmışız gibi Polanyi’nin satanic mill’ine doluyoruz…Geçmiş hep kırıklı… Tanpınar’ın arzuladığı gibi bütünsel bir an yok… Neçhayev, öyle duruyor, şehitler albümünde bir resim gibi, Türkçe’ye onunla ilgili bir kitap çevirmişler; İmkansızı İsteyen Adam-Neçhayev… Başka bir şey yok… Seyhan ameliyattan çıkacak, gece uzun olacak; şöyle güzel bir şeyler almalı… Neçhayev’i düşünürken kendimi birden Metis rafının önünde buluyorum. Gingzburg, Peynir ve Kurtlar; John Berger, Görme Biçimleri… Sonra yeniden Habil ve Kabil, sonra yeniden tekerrür, Eliade’yi iyi okumalı (adam faşist diyorlar ama…); Arendt, Eichmann Davası bunlara hep bakmak lazım… Ama tekerrür ve hatırlama önemli, Susan Buck Mors okumalı belki ama önce Benjamin’in pasajlarını tüketmeli… Mimari yapılar, toplumsal yapılar, Paris, modernlik… “Yenilmiş devrimler Paris’e gömülür” dememiş miydi Mahno… Ukrayna’dan Paris’e, Benjamin’den Baudliere’e; Mahno’dan Neçhayev’e hep bir yol var ama nasıl… Yeniden Habil ve Kabil, acaba hangisi Habil hangisi Kabil, hangisi haklıydı ki… Allahım o dipte hava kabarcıklarının arasında son bakıştaki balık neydi ki?


-III-
Benjamin’in Pasajlar’ını aldım. Kantine geldim, abim ve yengem beni bekliyor. Seyhan’ın ismi hala elektronik panoda ameliyattakilerin arasında yazılı… Bir süre daha bekliyoruz… Ameliyat 45 dakika sürecekti. Neredeyse iki saate yaklaştı, aşağıya ameliyathaneye iniyoruz, “hastanız serviste” deniyor… Çıkıyoruz, Seyhan aygın baygın… Bir süre sonra tamamen ayıldı. Abim gitti… Bir başka yakınımız geldi… onunla oturduk bir süre o da gitti… Sonra ben pijamalarımı giydim, seyhana televizyon açtım, kendimse Pasajlar’a başladım… Daha ilk cümleyi okumadan telefon… biraz önce ayrılan yakınımız, “Hastane çıkışı iki sokak ötede saldırıya uğradım çabuk ambulans yolla…” Telefonu kapatıp süratle giyindim, aşağıya indim koşarak yakınımızın yanına gittim, eli yüzü kan, yürüyerek hastaneye geldik, kapı da sandalyeye oturtup içeriye aldılar… Tam arabaya binerken, arkadan birisi odun vurmuş birisi de gözüne biber gazı sıkmış.. başına iki alnına dört dikiş…Sonra, Seyhan’ın yanına çıktım, elemanın durumu iyi korkma ama biraz bürokrasi olacak, rapor, şikayet hastane karakol…
Hastaneden ayrılıyoruz, “önce Kömürkarası karakoluna gidin şikayette bulunun” diyor hastane polisi. Karakola, şikayetçi olarak girmeye alışık değiliz… İster istemez bir gerginlik… Karakol polisleri eskiye nazaran daha kibarlaşmışlar, karakolda bir takım gençler var, birkaç tinerci, birkaç mahalle genci, birisini getirdiler üzerinde bali kokuyor, donuna da mı işemiş ne… Eşgal veriliyor, olay anlatılıyor… Sonra Adli Tıp’a gidin rapor alın diyor polisler. Çıkıyoruz… Adli Tıp’a varıyoruz, yağmur ve fırtına ortalığı duman etmiş, her yer heryerde. Zor bela arabayı park edip, içeri giriyoruz… Gitmemiz gereken yeri, danışmadan öğreniyoruz… Üç kat aşağı iniyoruz… Sonra, tarif edilen koridora geliyoruz, kapısında morg yazıyor…İçeriden Kürtçe ağıtlar geliyor, kimin nesi öldü acaba? Bizim Kepi’nin oğlu da bu koridordan mı geçti ki otopsi için? Raporu verecek olan doktorun odası sonu morg olan koridorun tam ortasında, kapıyı çalıp içeri giriyoruz… İçerde kafası kel, çakır gözlü, yuvarlak gözlüklü, zayıf bir doktor, ‘geçmiş olsun, buyurun oturun…’
Neçayev’i D&R’da bırakmıştım malum, Benjamin’de Seyhan’ın odasında kaldı; o meşum telefonun geldiği andan doktorun odasına kadar geçen zaman acaba bir roman bölümü olsaydı, Kafka’nın Dava’sına ait olurdu şüphesiz.. Ama bu doktor Kafka’ya uymuyor oldukça fantastik, ama ortam kasvetli ve grotesk şimdi Edgar Alan Poe kuşağına girdik heralde…

-IV-
Düşük gerçekleştikten sonra, Seyhan’a kürtaj yaptılar doğal olarak… Antalya’da hastane kapılarında resmen süründük, Seyhan’la kendimizi Çavdır’a dar attık… Seyhan, Gülcan, ben… Eve geldik, annem bizi karşıladı. Üzülmeyin gene olur dedi… Sonra Seyhan’a “kızım düşük zordur, eskiler dokuz doğur bir düşür derler, yorma kendini, kendine dikkat et” dedi… Ben annem gene olayı kocakarıya bağladı diye düşündüm… Sonra işe gittim… Sonraki günlerde de işe gittim… Ama Seyhan’da ters giden bir şeyler vardı. Özellikle kürtajdan üç gün sonra, kramplar, kasılmalar başladı… Dördüncü gün, iyice kötüledi, beşinci gün eve ambulans çağırdık… çavdır’da derdimize çare bulamadık ve yeniden Antalya… Seyhan, botokstan eli yüzü şişmiş sosyetik olduğunu sanan ama görünüş ve hal-tavır itibariyle kadırgalı seda sayan hanımı çağrıştıran doktorunun yanına girdi… Sonra, beni çağırdılar…
“Osman Bey, Seyhan Hanım ektopik gebelik yaşamış…” (Off topic Yadyok hocaları essay kağıtlarıma of topic yazdıkça Arıza ile Sülo benimle Supporter Osman diye kafa bulurlardı da, ec ne şimdi? Heralde eclipse’den gelse gerek. O zaman ergen vampirlere ya da Horkheimer’e doğru yol alıyoruz…) yani? “Normal gebelik ve dış gebelik bir arada, bebekleriniz ikizmiş, birisi tüplerde kaldığından onu görememişiz, tüplerdeki dış gebelik, rahimdeki bebeği zehirleyip öldürmüş…” (Serdar’la çekindiğimiz fotoğrafın altına clandestinos yazmıştım… Ulan manu cao…) Peki şimdi? (Allahım kardeşini öldüren Habil mi Kabil miydi?) “Seyhan Hanım’a laparoskopik ameliyat yapacağız, sonrası için hiçbir sorun kalmayacak ve ameliyat da çok kolay geçecek…” (Ulan ben sizin ecdadınızı… Eski Beyrut’un tuvaletin de Foucault okuyun lan yazıyordu değil mi yoksa Arafta’mı? Şimdi bu Kadırgalı’nın tuvaletine de yazmaz mıyım ben…  Nechayev gelsin sizin hakkınızdan, Allahın çakması…) “Fakat ameliyat biraz masraflı… sizin bağkur probleminizi çözüp, Seyhan Hanım’ı kendi üzerinize almanız lazım..” (…) peki…
Sonra çıktım borcumu öğrendim, Bağkur’a 5.215 tl borcum olmuş… Bizim aile şirketinin müdürüyüm ya… Boğaziçi’nde işgal sürüyor, “kahve içme özgürlüğümüz var kardeşim, şimdi atıp tutuyorsunuz ama zaten mezun olunca şirketlere müdür olarak kapağı atacaksınız” diyenlere fena bozuluyorum, al işte gör müdürü… Sen bu borç kağıdını al, o ekşi sözlük entry’lerinene iliştir şimdi… Parayı, dörde kadar yatırmam lazım, yatıramazsam, ya Seyhan ameliyat olamayacak, ya da özel hastanenin bütün masraflarını ödememiz gerekecek… Parayı abim ayarlıyor, güç bela yatırıp yetiştiriyorum… Sigorta’da işlemleri tamamlayınca, hastaneye koşuyorum. YAŞAM HASTANESİ… Seyhan’a ameliyat önlüğünü giydirip, tekerlekli sandalyeye oturtmuşlar, bizim kadırgalı da başında, ‘hiç merak etmeyin Osman Bey bu kız benim aşkım’ diyor… Öpüşüyoruz Seyhan’la… O ameliyathaneye ben kantine gidiyor… Bir çay alıp oturuyorum… Yengem geliyor, birazdan abim gelecek, ben D&R’dan hangi kitabı alacağımı düşünüyorum… Seyhan Özarslan-Ameliyatta yazıyor 19” ekranda… Sonrası anlattığım gibi;  kaldırım,  yağmur,  kadın,  Nechayev, Benjamin, Kafka, Poe… Adli tıp, morg ve yeniden hastane… Ertesi gün bizi bırakıyorlar.. Bir gün de Antalya’da kalıyoruz, sonra yeniden Çavdır… Eşyalarımızı açıyorum… Benjamin’i yatağımdaki komidinin üstüne koyuyorum, bir türlü yenememiş bir yemek gibi iştihayla bakıyorum… Sanki sırlar onda… Kemalizm meselesini, taşrayı, modernliği bana o anlatacak… “Bak şimdi Osmancım durum şöyle” diyecek, babamın eski arkadaşları gibi, müşfik ve babacan, bana eski zamanlarla, modern zamanların sırlarını anlatacak… O işler öyle değil yiğen diyecek…
Kitabı oraya bırakıp dükkana gidiyorum. Hesap, kitap, herkeslere dert anlatma… Derken, eve geliyorum, Seyhan uyur uyanık, ben biraz okuyacam diyorum… Pasajlar’ı açıyorum. Hassiktir, Tarih Üzerine, sonrası Baudliere, Sonrası Proust Edit, Sonrası One Way Road… Eee, ben bunları zaten Belge Yayınları’nın Pırıltılar’ı ve Metis’in Son Bakışta Aşk seçkisinden okumadım mıydı? Geriye bir tek Pasajlar kalıyor… Marks’un Grundrisse için söylediği gibi ‘tamtakır kuru bir metin’… Susan Buck Morss’a bir kalay, 10 sayfalık metinden 500 sayfa kitabı nerenden uydurdun… Benjamin’de değişen bir şey yok hülasa.. Zaten Benjamin dediğin 5-6 metin.. Tıpkı tarihte değişen bir şey olmadığı gibi, o da zaten 5-6 mitolojik hikaye, bi Aşil var Hektorla; bi Habil Kabil, Bi syssiphos, bir buynuzlu zeus öküzgözlü hera, kapkaççı prometheus, anasına göz koyan Oedipus… Neyse,  Sende mi Benjamin diyorum kendi kendime… Benjamin, homojen olmayan boş zamanda da tekerrür edebiliyormuş…
Gelelim balığa. Yanlışlık olmasın, Firuze filminin sonunda, Haluk Bilginer’in hatırladığı Vatoz balığının peşinde değilim. Zaten vatoz, çarpsa ne yazar, Allahın günü, ağzını vantuz gibi cama yapıştırıp temizlik yapan sünepe balık değil mi bu, bunun mevzusunu yapacak değilim…  Çocukken okuduğum, Martin Eden romanında, Martin Eden sıradan bir insan olarak başladığı hayatını pek çok  başarıyla taçlandırır, aşık olduğu kadının gönlünü feth etmeyi başarır… Sonra dünya nimetlerinden bıkar, kendinden utanır, hayatından sıkılır… Yeniden başladığı yere gemiye döner. Fakat artık, basit bir denizci olarak değil, lüks kamarada yolculuk yapabilen bir yazar olarak… Kitabın son paragrafında, Martin Eden kendisini denize atar; hayata dönmemek için son nefesinin ve gücünün yettiği yere kadar dibe yüzer ve nefesini dipte bırakır… Tam o anda, ciğerinden boşalan hava kabarcıklarının arasından geçen bir balığı görür … Niyeyse, Martin Eden için Jack London’un kendisidir ve bir küçük burjuva hikayesidir denilir… Hülasa, mesele vatoz da değil, Martin Eden’ın son nefesinde kabarcıkların arasında gördüğü balık…