[ÇİÇEKDAĞLILARIN ÖLDÜĞÜDÜR]
Bir an ne yapacağımı bilemedim. Sonra
çöktüm olduğum yere. Nihayet örtüyü biraz kaldırdım. İrfan’ın başı önümde;
uyuyor. Çok yorgun, uykusuz geçmiş gecelerin ardından olduğu gibi derin, dingin
bir uykuda. Yanı başına uzanmam gerekiyor… Ya da onun kalkması gerek…
Gözyaşlarım onu ıslatıyor… Gözlerinin hafif açık olduğunu fark ediyorum,
parmaklarımı okşar gibi yüzünde dolaştırırken. Yeşili solmuş, çok yorgunken,
uykusuz kaldığında da böyle olurdu. Bıyığı yok yerinde. Herhalde kestirmiş diye
düşünüyorum… İşkenceler sırasında bıyıklarını yolduklarını daha sonra
öğrenecektim. Şakaklarından aşağıya, kollarından bileklerine doğru kesilip
biçildiğini kalın sicimlerle dikildiğini gördüm. Boynunda, yüzünde, çenesinde,
omuzlarında yara bere izleri çok belli. (Bizim Çakır-Mukaddes Erdoğdu Çelik)
-I-
1996 yılının
ocak ayının herhalde 15’i olmalı. Burdur’a gittim, oradan İstanbul’a bir tiren
bileti aldım. Tirene ilk binişim, İstanbul’a ilk gidişim olacaktı. Akşamüzeri
altıya çeyrek kala, hareket ettik. Başlarda, sarsıntı ve gürültü. Sonra,
walkmen, muhtemelen bir grup yorum ya da Kızılırmak kasedi, ya da benim yol
klasiğim Kitaro’nun Silk Road’u…Kompartımanlar
arasından yemek vagonuna doğru, amaçlı amaçsız gezintiler… Dışarıda kar,
pencerenin buğusu. Hareket halindeki zeminin, ters yönüne doğru hareket
edebilme ihtimali, devrimciliği pratik olarak ispatlayan ne güzel bir terslik
duygusu….
Sonra
tanışmalar, karşılaşmalar.
Tam
hatırlamamakla birlikte, herhalde, tiren Afyon civarlarına vardığında, ileri
geri gitmelerden yorulup uyumuş olmalıyım. Artık tirenin ritmi ve gürültüsü,
rahatsız eden bir şey değil, yorgunluğu ve uykuyu derinleştiren bir şey haline
gelmişti. Neden sonra, tiren bir yerde durdu. Görevli, uzun bir düdük çaldı ve
tirenin buhar tahliyesi her zamankinden daha derin bir nefes verir gibi oldu.
Dışarıya baktım, kristalden bir gece, her taraf bembeyaz, gecenin o saatinde,
tiren istasyonu, ana baba günü. İnsanların arasına karışmak istedim, dışarıya
çıktım, kalabalığın arasından, yolcu gibi değil de, uğurlayan gibi, oturduğum
üçüncü mevki kompartımana baktım. İnanılmaz bir soğuk, iliğimi titretti... Buranın
soğuğu Burdur’un tozlu rüzgarına, Antalya’nın nemli yağmurlarına rahmet okutur…yaşanmaz buralarda diye düşündüm… (Stalingrad
daha soğuktur…Sovyet partizanları da Volokolomsk şosesinde kimbilir nasıl
üşümüştür…Mehmet Fatih bilinci kapanmadan ‘bana 14’lümü getirin, Beyazlar
Stalingrad’a saldırıyor’ demiş… Moskova
Önlerinde-Aleksandr Bek, Deniz’in Balgat’ta Amerikan askerlerini
ceplerinden çıkan prezervatifin hatırına infaz etmeden çıktığı evde bıraktığı
kitap. Kitap devrimciye gaddarlığı öğretir, biz de gaddarlık da muhafazakardır,
tevekkül yoktur, naiflik yoktur… Deniz öğrenememiş gaddarlığı ama üşümüş, Gemerek’te de ıslanmış
çok üşümüş, çok üşümüş ama Ulucanlar’da titrememiş…) Ayazın hatırına, yanımdaki
istasyon görevlisine, ‘dayı burası neresi?’ dedim, cevap vermedi, elindeki
kırmızı tabelayla, sonradan o tarz üslubun İttihat Terakki mimarisi olduğunu
öğreneceğim, taş binanın alnını işaret ederek ‘okuman yok mu yiğenim’ dedi.
Kafamı çevirirken, kompartımanda beni bekleyen ihanete uğramış mağripli
Othello’nun hikayesi aklıma geldi, zavallı Desdemona, bir mendil, bir yanlış
anlama…
Dayı’nın
işaret ettiği yerde, büyük harflerle beyaz zemine siyah harflerle BOZÜYÜK
yazıyor, okumayı elbet bilirdim ben ama şimdi uyumak lazım, ‘kavganın başkenti
İstanbul’a gidiyorum… ‘tophanenin karanlık sokaklarında koyun koyuna yatan/ ve
bir kuruşa yenihayat satan çocukların kentine/haramilerin elindeki’ şehre… Çıktım kompartımana, uyudum…
-II-
Yattığım
odada, birisi göğsüme hafifçe bastırdı, ‘uyan, uyan!’. Uyandım. ‘Kimliğini
ver’. Verdim, ‘bu kimlik sana mı ait’. ‘Evet’. ‘Sen bizimle geliyorsun, giyin,
kemerini almana gerek yok…’
Evinde misafir
olduğum ‘arkadaş’, ‘beyefendi, Osmanın babası memlekette önemli bir
siyasetçidir, bir yanlışlık yapıyor olmayasınız?’. Polis, ev sahibinin kafasını
okşayarak, ‘siz akıllı bir adamsınız, E.. Bey, ailesine haber verin…’
Evin içinde
yedi polis, dışarıda da bir o kadar var, arabaya biniyoruz, beyaz bir şahin,
arka koltuğa oturtuyorlar, polisler evde arama yaptıkları için, biraz
bekleyeceğiz. Önde sonradan o ekibin komiseri olduğunu anlayacağım bir memur
oturuyor. Dönemin ruhuna uygun olarak bıyıkları sarkık, genç, yüzü zayıf ve
pudralanmış gibi beyaz, derisinin altındaki damarlar, arabanın tepe lambasının
sarısına çarptıkça barok moruna dönüyor. Komiser bu haliyle, cenazesine
katılamak yerine, beni almaya gelmiş bir kadavra gibi. ‘Demek Osman Özarslan
sensin.’ Evet. O esnada, sert yapmak için, yüzüme bakmıyor, arabanın ön
camından karşıya, incir ağaçlarının olduğu (bu ağaçların inanılmaz güzel
kokusu, yazları, arkadaki metruk evin sidik kokusuyla karışır) yere doğru
bakıyor. Ben komiserin tiradından, faydalanıp, üzerimdeki notları (Bir LÖB
broşüründen alınmış örgütlenme perspektifleri ve Hüseyin Toraman adına
derlenmiş Gençlik Üzerine kitabından alınmış kimi notlar) ekip otosunun
döşemesine zulalıyorum. Şimdi bir sıfır öndeyim, ilk golü ben attım… ‘Demek
Osman Özarslan sensin’ Evet dememiş miydim demin... Ezan okunuyor, komiser
‘eziz ellah’ diyor… (Sonrasında, nezarette de durmadan kendimizi Lenin ile
zehirlemek yerine Harun Reşit’in hayatını doğru bir şekilde okusak, onun
döneminde kurulan sosyal adalet sisteminden dolayı, zenginlerin zekat verecek
kimse bulamamalarından ne kadar da büyük sıkıntılara (manevi olarak)
garkolduklarını bize anlatıp duracaktı) ‘Aslan mısın kedi misin birazdan
görecez…’ Görelim.
-III-
Gözaltında
geçen 13 günün sonunda, teşhir masasına çıkartıldık… TRT ve bazı yerel
kanallarda bizi fena halde ifşa etmişler. Babamın siyasi ağırlığı, beni oradan
da çekip çıkartmaya yetti, tümüyle kurtulmasak da, dosya Buca’da görülürken,
biz dışarıda kalabilecektik. Antalya’da kalmadım, çıkar çıkmaz Çavdır’a geldim.
Başlarda iyiydim, sonra bir hafta yattığım yerden kalkamadım. Sonra tekrar
ayağa kalktım. Biraz iyileşince, babam, ‘seni bir arkadaşımın fabrikasına
göndereceğim, fabrikayı yeni almışlar, orada onları temsil edeceksin’.
‘Peki ama neresi?’.
‘Bozüyük’.
Beyaz zemine siyah puntolar, taş bina, zavallı
Desdemona, zavallı Othello, ‘ha bu mendili icad edenin/yağ yağ/ yağlıca
yağya...’
-IV-
Babamın
arkadaşı, 80’lerde voleyi vurmuş, eski bir solcu. ‘Sana güveniyorum, hesaba
kitaba iyi bak, devrimciler para çalmaz biliyorum ama benim paramı millete de
çaldırmayacaksın, bu işlere (solculuğa) çok kafa yormayacaksın. Eskiden ben de
çok okurdum, ama anlamazdım, mesela Politzer vardı anladın mı sen onu, okudun
mu hiç?’
Önce
Eskişehir, ardından Bozüyük’e varıyoruz. Patron beni Bozüyük’teki personel ile
tanıştırıp, Antalya’ya dönüyor. Bana bir ev tutulacak ve gerekli eşyalar
alınacak… İdareten bir otele yerleştiriliyorum. Akın Oteli.
Hayatımın o
zamana kadar ki en hızlı kırk günü geçmiş, daha kırk gün önce, İstanbul’a
abisini ziyarete giden birisiyken, şimdi otel odasından dışarıya, siksen
durulmaz burada dediğim yere bakıyorum… Geceleri, pencereden istasyona bakınca
bazen, gene bana elindeki tabelayla duvarı işaret eden dayıyı elindeki
sigarayla görüyorum.
Akın otelde
iki gün kaldım, üçüncü gün idrarda kızarma ve bayılma, geri Antalya’ya…
Hastane, hastane, hastane… Bademciklere veda, böbreklerde problemler…
Bir ay sonra,
tekrar Bozüyük… Artık otel odasında değil, şehrin merkezinde, PTT’nin karşısında
Bozkaya Apartmanında, 4.katta kalacağım. Ev yeterince sıcak, kafi miktarda eşya
var, ama yalnız yaşamak için çok büyük, depresif… Hülasası tuhaf rüyalar
gördüren evlerden…
Çok kalamadım
burada, şehrin dışında bir yamaca kurulmuş Yeşilkent’e taşındım… Aslında
kaloriferli olan bu apartman dairesini ısıtmak mümkün değildi. Balkanlardan
gelen soğuk hava dalgası, pencerelerden, kapılardan bize konuk olmadan
gitmiyordu. Kendime tıpkı Bahoz filmindeki gibi rezistanstan ve iki tuğladan
bir soba yaptım. İptidai soba sürekli yanıyor, demlik üzerinden hiç inmiyor. Dahası,
rezistansın üzerinde, hayatımın tek tadı, dünyanın en lezzetli kabak tatlıları
pişiriliyor…
Neşet Ertaş’ın
hayatıma girmesi işte tam bu günlerde oldu. 94 yılında Ayşegül adlı bir kadın Güzelleme adında bir albüm çıkartmış ve zülüf
dökülmüş yüze, türküsünü inanılmaz bir şekilde yorumlamıştı. Aslında bizim
için o dönemde, bir örgütün müzik grubu yoksa o örgüt örgüt sayılmaz, gruplar
bir örgüte mensup değilse insan yerine konulmaz ve de söylediklerine pek itibar
edilmezdi… Ruhi Su mücadelesinin hatırına, Zülfü ve Selda ise geçmişin canlı
tanıkları olarak, Edip Akbayram ise kontenjandan hostes koltuğunda stepne
kabilinden bir yer işgal ediyordu… Ezginin Günlüğü ise, bir nevi aşk-ı memnu
gibi, ihanet gibi vardı hayatımızda…
Öteden beri
duyardık Neşet Ertaş’ı, Selda’nın (Mapushanelere Güneş Doğmuyor) Ruhi Su’nun
(Acem Kızı) albümlerinden bilirdik, her ne kadar kasetlerine para verip almasak,
sote dükkanlardan kasetlerini çalmasak da Antalya’nın solcu radyolarında
çalındıkça daha bir candan kulak vererek dinlenirdi (m) Neşet ustayı… Tek
sesliydi, tek enstrumanlıydı ama alevi ozanlarından (örneğin Mahsuni-İhsani)
farklı olarak (bana yabancı gelen) Ali davası ve soğan-bulgur-tarhana popülizminden
uzak içli sesi güzeldi….
Güzelleme albümündeki, Ayşegül
yorumundan sonra, Neşet Ertaş’ın adına bir mim koymakla birlikte, iki yıl daha hiçbir
albümünü baştan sona dinlememiştim. Fakat, Bozüyük’te uzun soğuk kış
gecelerinde, ömrümüzün en güzel günlerini, demli çaylarla avuttuğumuz
gecelerde, Neşet ustayı dinlemeye başladım… Gitme
Leyla, Pancar pezik değil mi, Acem kızı, Melo…
Yeşilkentin
vadileri karla doldukça, özlenen denizlerin kederi Neşet ustanın sesiyle
kekreleşti, demli çayla bastırıldı, bir bardak, bir bardak daha… Demlikler,
sohbetler tükendi… Ömür kısaldı, ‘kuşlar uçuştu…’.
Sonra
askerlik… kötü günler, zor günler. Zara işte ben askerdeyken meşhur oldu.
Radyolar aylarca Kesik Çayır’ı çaldı,
ardından Şad’olup gülmedim geldi…
İkisi de Neşet ustanındı. En son askerde uzun uzun dinledim… Askerlikten sonra,
cezaevi girdi araya, ve uzunca bir ara Neşet usta hayatımdan çıktı…
-V-
Günün birinde,
Mukaddes’in, sevgili eşi İrfan Çelik için yazdığı biyografiyi okudum. Tatsız
bir tartışma, tıpkı Desdemona’nın mendili gibi ikisinin arasına girmiş ve
İrfan’ın ölümüne kadar gidecek süreci tetiklemişti… Bana göre, bu kitapta, bir
devrimcinin hayatı, sevgilisi tarafından bir ağıt, bir kıvanç, onsuz günlerde
ona duyulan özlem ve liyakat ama en çok o ana adanmış bir pişmanlık olarak ele
alınmıştı… Sevgilinin, sevgili ailesi, sevdiği yemekler, sevdiği tatlılar,
gençlik maceraları, devrimciliği, örgütçülüğü, sevgililiği, militanlığı,
insanlığı ve bunların hepsini özetleyen ve hepsini dışarıdan ana rahmi gibi
sarmalayan, Neşet Ertaş türküleri.
İllegal
hücreye gitmek için Ankara’ya geldiğinde, üzerinde teşkilatın silahıyla
yakalanıp, polise rüşvet verecek parası olmadığı için içeride, kan davalı hasımlarından
çekindiği için silahlı gezen, köylü delikanlısı senaryosuyla yatan Çiçekdağlı
İrfan. İlk gazete çıkarılınca, ‘samanlıktan
kaldıramadım samanı da zühtü’
radyoda çalınca ‘erotik türkü bu aslında’
deyip, kıvırta kıvırta oynayan İrfan. 1 kilo helvayı her daim gövdeye indirmeye
hazır Gönüldağlı yoksul İrfan… İçeride günlerce dayak yiyip, adını,
sevgilisini, ailesini,anahtarlarını inkar eden Dadaloğlu İrfan…
Biyografiyi
okuduktan sonra, kitabın iki cilt bir arada basımı için, kitabı bir kez daha okudum ve düzelttim… Artık Neşet
ustayı köylüsü İrfan’sız düşünmek mümkün değildi benim için… Mukaddes için,
hayat acabalarla doluydu… O tartışma olmasaydı, 12 Eylül olmasaydı, hiç
olmazsa birlikte gözaltına alınmasalardı… Makbüş hamama gitmeyeydi…
Mukaddes’in sırtındaki kaya da herhalde bu acabalardı bence…
2003 filan
olmalı, MP3’ler hayatımızda artık, teselli kabilinden bir hediye hazırladım
Mukaddes’e, Neşet Ertaş Bütün Albümler…
Mukaddes çok sevindi… Görüştükçe, o cd’den inanılmaz bir şey gibi bahsetti… Eski
türkülerle, sanki bütün eski hafıza
canlanmış gibiydi. Sanki, anahtarlar kapılarını bulmuş, kabul edilmeyen
adresler sakinlerine kavuşmuş, İrfan’ın işkencede şişen ayakları iyileşmiş, odalar
temizlenmiş, diyelim ki Adana’nın Antep’in izbelerinde, İrfan ve Mukaddes,
pusudan ya da polis çevirmesinden değil de,
yalnızca acaba halkımıza ayıp olur mu diye utana sıkıla el ele tutuşmuş
olmaktan duydukları kaygıyla, yoksul konduda onları bekleyen yoldaşlarıyla
sofraya oturmuşlar, güzel günlerden konuşmuşlar…
İrfan’ın
hikayesinden sonra, Neşet Ertaş dinlemeye gene uzunca bir ara verdim… Zira, bütün
bir tarihin yükü; yenilmiş devrimlerin naaşları, ince boyunlu yoksul kavruk
çocukların yaşanmamış aşklarına, işkence edilmiş bedenlerin parçaları, sökülmüş
saçlar, kırılmış dişler muhayyel ya da mukadder sevgililerin dökülmüş zülfüne;
ölüm kararlarının verildiği anda küllüğü dolduran izmaritler ve tüketilmiş
paketlerin buruşukluğu, küf kokan evlerde hamam böcekleriyle birlikte yaşayan
devrimcilerin elbiselerinde kokan rutubet, silah yağı ve matbaa mürekkebinin
kokusuna, avuçları terleyen kederli insanları çaresizlikleri, işkencehanelerde
terlemeye sırtından değil, koltukaltından başlayan devrimcilerin kederine
kadar, her şey birbirine karışıyor, Neşet ustanın sesiyle hayat buluyordu.
-VI-
Sonra gene
İstanbul… 2008 yılının güzünde, gene bir mendil aramıza girdi, bir sürü
dostumuzla aramız açıldı durduk yerde. Yaptığımız hatalar, arkadaşlarımızın
hatalarını derinleştirdi ve kendi kendimizi, Armutlu’ya sürgün ettik
Süleyman’la Zeynel ben köydeyken
evimizi Armutlu’ya taşıdılar. Gittim. Ev çok kötü kokuyordu. Tıpkı o metruk
evde, gözaltına alındığım gecede karşıda gördüğüm boşlukta hissettiğim, incir
ağacıyla, şaraplı-biralı idrar kokusunun bir benzeri…. Taşınalım buradan dedim…
Oturduk bi
yemek yedik, ezilmiştik, muhtemelen sürgün edilmiştik. Ya da bana öyle
geliyordu. Zeynel’le Sülo işlerine gitti. Ben evi toplayıp odamı yerleştirmek
için kaldım. Bozüyük’de yaşadığım sürgün hissi, gözaltı gecesindeki kokular,
burnumdan gitmiyordu. Kasetler darmadağındı, kitaplar da… Ev sanki baskın yemiş
gibiydi. Teybi açtım. Arif Kemal, tenhada
vururlar bizi/terimiz düşer toprağa… Biraz dinledim… Boğazım düğümlendikçe
düğümlendi. Sonra, o bitmeyen, gitmeyen sürgünlük hissi. Kasetlerin arasında
Neşet ustayı buldum “gitme leylam…”
günlerce hiç çıkartmadan dinledim.
-VII-
Armutlu’da
yakın arkadaşlarımızın dışında bizi pek kimse ziyaret etmedi, Yusuf geldi, Özge
geldi yokladı, Ozan, Göksel, Mustafa ve benim tarihçi tayfası zaman zaman…Orada
ben kendi adıma en fazla Serdar’la zaman geçirdim. Birlikte Orhan Pamuk’un Kara
Kitap’ından, Mantık-al Tayr’ın mesellerinden konuştuk ve genelde de Neşet Ertaş
dinledik, birlikteyken.
Sonra 2009
yılının Ocak ayında, Sülo ve Zeynel’i Hisar’a dönmeye ikna ettim. Mustafa Bey
apartmanına taşındık birlikte yine… Bu sıralar ben gene Neşet ustayı dinlemeyi
bıraktım. Aslında onunla arama mesafe koymama sebep yalnızca İrfan’ın
hikayesindeki burukluğu benim gündeliğime taşıyan yan değildi, bundan başka,
Roll Dergisi, Murathan Mungan’ın Müslüm Gürses’i Cihangirin yeni lezzetler yeni
karışımlar, yeni tenler ve dokular arayan entellerine, bu toprağın Leonard
Cohen’i olaraktan takdim etmesine benzer bir şekilde, Neşet Ertaş’ı ve Aşık
Veysel’i bu toprağın Bluescuları olarak John Lee Hooker ve Jimi Hendrix ile
karşılaştırmaya başlaması benim Neşet usta ile aramı açmamın bir başka sebebi
olmuştu. Ki zaten bu blues’un Türkiyeli muadili olma hikayesinin ardından çok
geçmeden Neşet usta önce Hisar’da bir dizi konserler verdi, ardından da Kardeş
Türküler’in kimi projelerinde yer aldı, artık sahnede ceket çıkartmadan önce
‘izleyiciden izin istemenin’ alkış getiren bir kıymet olduğunu fark etmişti ve
bunu her konserinde yapıyordu sanki… Gücendim kendisine…
-VIII-
Neşet Ertaş
öldüğü zaman, Çavdır’da dükkanda çalışıyordum. Şimdiye kadar yazdıklarım, geçti
aklımdan… Yalan Dünya dedim kendime, sonra Facebook’a onun Karac’oğlan’dan
bestelediği ‘bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm’ünü girdim… Yanlış hatırlamıyorsam
ertesi gün, Serdar aradı beni. ‘Başın sağolsun, gerçi benim ve hepimizin de
başı sağolsun ama, sen Neşet Ertaş’ı ayrı severdin’ dedi. Sonra tüm bunları bir
kere daha düşündüm, haklıydı…
Tam
hatırlamıyorum ama, Neşet ustanın ölümünden iki üç gün sonra, bizim Hal’oğlu
Mehmet’in düğünü başladı. Cuma günü akşam, düğüne gittim ve ben düğündeyken
telefonum çaldı. Arayan Mukaddes’ti. Sesi baya kederli geliyordu. Dedi ki,
‘biliyorsun, Neşet Ertaş öldü, çok üzgünüm. Aslında Ankara’daydım cenazesine
katılmak istedim Kırşehir’e gidebilirdim ama HDK’nın işlerinden dolayı
gidemedim. Keşke gitseydim, çok üzgünüm, etrafımda bunları konuşabilecek pek
kimse yoktu, sonra biliyorsun o CD ne kadar güzeldi, aslında konuşacak bir şey
de yok ama seninle konuşmak, dertleşmek istedim bunları… Biliyorsun, İrfan’da
aslında Çiçekdağlıdır, oradan göç etmişler…” Sonra, biraz daha bugünlerden
konuştuk, kapattık. Düğüne döndüm.
Cebimden bozuk
paraları çıkarttım, içinden 5 tl aldım. Düğünde Bayır köyünden iki tane çalgıcı
kardeş çalıyordu. Adettendir, bedavaya istek istenmez, 5 Tl’yi bahşiş
çantalarına attım, kardeşlerden birinin kulağına eğilerek dedim ki, ‘yabandan
gelen misafirlerimiz var, lütfen isimlerini anons edin.’ Misafirlerin
isimlerini ve istediğim parçayı yazdım. Sonraki parça sizin misafirleriniz için
olacak denildi.
Bir süre sonra
çalgıcıların anonsu yıldızlı geceden Kocapınar deresine doğru yankılandı: “İrfan Çelik ve Mukaddes Erdoğdu Çelik, Neşet
Ertaş’dan Kesik Çayır sizin için çalınıyor, lütfen piste buyurun…”