Ahmet Güntan’ın “Parçalı Ham”ını okurken, dolayısıyla şiirde
yeni arayışlarına şahit olurken, elime Yehova Şahitleri’nin bir bildirisi
geçti: Koluna papağan konmuş bir baba vardı kapağında ve mutlu aile kurmanın
yollarını arıyordu. Düşündüm: Komünistler de, komünizmi yaymaya çalışan bir
cemaat miydi? Nihayetinde, komünizm de, cennetimsi bir dünyayı (kaynakların
sınırlılığının bahane edilerek kimsenin sömürülmediği bir sosyal hayatı
mesela), bu dünyada, bu dünyanın koşullarına göre, ısrarla düşünmek değil
midir? Komünist düşüncenin, bir öte dünya vaadi yoktur ama bu dünyadaki hayat
için bir anlam vaat eder. Erdemli ve ahlaklı bir hayata çağrıdır. Ki, aslında
istatistik teorisine inanan dindarların gözünden bakarsak (hani o cehennemin
sonsuz acılarını hesaba katarak iman edenler), çok daha mantıklı bir vaat değil
midir bu? Öte dünyada sonsuz mutluluk vaadine karşı, bu dünyada erdemli,
ahlaklı ve tatmin edici bir hayat çok daha hayal edilebilir, ucu başı belli,
somut bir vaattir.
Ahmet Güntan’ın şiir kitabı, manifestosunun etrafında
şekillenmişti; bence bu manifestoyu en güzel özetleyen madde “Şiir = şiir
değildir”. Tabii bir manifestoyu, zaten kısalığı ve vuruculuğu itibariyle
manifestoluk iddia eden metni, tekrardan özetlemek hoş değil; ancak bugün
Komünist Manifesto’yu bile “Zincirlerinizden başka kaybedecek neyiniz var?
Dünyanın bütün işçileri birleşiniz” üzerinden hatırlamıyor muyuz? Kurduğu
denklem, Parçalı Ham’ın ortaya çıkışına imzasına atıyor: Çiftçilik belgesi,
dost sohbetleri, spam mail’ler, internet sayfaları, alıntılar, kitabın
sayfalarını dolduruyor. Bir tür kolaj gelebilir akla; ama şairin bir dönüştürme
derdinin de olduğunu söylemek gerekir. Ortaya çıkan bazen bir oyun, bazen bir
şarkı, bazen bir şaşkınlık oluyor. İnsan şiirden daha ne bekler ki zaten?
Dönüştürmeye vurgu yaptım; çünkü şair dediğimiz, tanık
olduğumuz dünyayı bir şekilde dönüştürerek yeni bir deneyimin imkanını zorlayan
kişi değil midir? İnsan Ece Ayhan okuduktan sonra, mesela, eğer bu şiir diline
inanırsa, fikrini bir daha aynı biçimde çalıştırmayabilir. Ya da, İlhan Berk’in
nesnelerle girdiği ilişkiye temas eden bir okurun tanıklık ettiği zaman ve doğa
çok daha farklı bir deneyimin önünü açabilir. İnsanın nesneyle kurduğu
dolayımın yenilenmesi ve zorlanması için bir imkandır şiir. Metaforlarımızın
birbirine benzediği, sembolik düşüncemizin katılaştığı (burada Adorno’nun
hipostazlaşma kavramını kullanmak doğru olur mu) noktada, şiir bütün bu dilin
alt üst edilmesine, yeniden değerlendirilmesine yarar. Kimliğimizin, çoğu zaman
da tüketim etrafında şekillenen kimliğimizin, sınırını hatırlatma potansiyelini
taşır. Olduğumuz şeye fazlaca inandığımızda varlığını unuttuğumuz metaforların
ve sembollerin, orada bir yerde olduğunu hatırlatma imkanı vardır şiirin.
Ahmet Güntan’ın, bok’tan, dost meclisinde belirdiği
düşünülen diyaloglara; tarihe düşülen kayıtlardan internette rast gelinen bir
sürü şeyi şiire katma çabası bana şairin çabasının, “duygulanıma (affect)
dolayımsız bir şekilde ulaşma arzusu” olma ihtimalini düşündürüyor. Şey’leri
ham haliyle şiire alarak, şairanelik (şairin “kalp otuzbiri” dediği şeyden ben
bunu anlıyorum) yapmadan şiire almak, mümkün müdür? Bu bize yeni bir imkan
sağlar mı: Duygulanıma en ham haliyle, en işlenmemiş haliyle ulaşmak fırsatını
bulabilir miyiz, eğer şiirde bunu yapmaya çalışırsak?
Tabii bu, “bu şiir, şu şiir” gibi bir işaret etme çalışmasından
ibaret olduğunu düşündürmesin Ahmet Güntan’ın şiirinin: Mesela “Allah Seksin
Belasını Versin” güzel bir şarkılaştırma. Ya da, bok üzerine yazdıkları (ki
internette gördüm, pek bir polemik mevzusu yaratmış bu), dille oynama, biçimi
hesaba katma, sese dikkat kesilme anlamında değerlendirirsek (şiir denince ne
anladığımı da ortaya koymuş oldum) bir şiir.
Peki, maddeleri, nesneleri, şey’leri şiirin içine
fırlatırken, duygulanımın ham haline, dilden taşan gerçekliğe ulaşma imkanımız
olur mu? Ya da, şiirin dışındaki şiiri arayıp, onu şiirin bir parçası haline
getirme çabası, halihazırdaki duygulanımın kırılması ve yeni bir deneyim
imkanının (ya da anlağın / usun) belirmesini garanti altına alır mı?
Yehova Şahitleri, burada geldi aklıma işte: Bir şiir olarak
işaret edilebilir miydi onların o metnine? Çocuksu resimlerle donatmışlardı
bildirilerini. İncil’den kanıtlarla doluydu metinleri: Bunun Müslüman bir
ülkede kendi başına ikna edici olacağına dair naif bir inançları olduğunu
düşündüm. Anlatmak istediklerini iyi anlatamıyorlardı; metin kafa karışıklıklarıyla
dolu gibiydi: Ruhun sonsuzluğuna inanıp inanmadıklarını anlamadım, öyle
düşünün. Broşürden heyecanlananların yurtdışına mektup yazmaları gerekiyordu ki
kutsal metinler onlara yollanabilsin: Birilerinin bu kadar gaza geleceğini
düşünüyorlardı.
Yehova Şahitleri’nin bildirisi, Ahmet Güntan’ın şiirleriyle
yan yana koyunca, dolayımın zorunluluğunu hatırlattı. Tamam, şairane bir tavır,
şiirin katili olabilirdi ve şiir, şiir dışını düşünerek yeni alanlar
yaratabilirdi; ancak, duygulanımın ham hali diye bir şey hiçbir zaman
olmayacaktı diye düşündüm. Psikanaliz (özellikle Bion’un fikirleri) dil öncesi
dönemde dahi duygulanımın anne-çocuk ilişkisi dolayımıyla ortaya çıkacağını
sıklıkla vurguluyordu. Şiir de, bir dönüştürme işlemiydi: Bütün kafa
karışıklığı ve ihtişamıyla karşımızda duran dünyayı zihni anlamda temsil etme
çabasına yardımcı oluyordu. Eh, Yehova Şahitleri de, bir şiirin içinde yer
alacaksa, dönüştürmeye maruz kalacaktı. Ahmet Güntan’ın yazdıkları,
dolayımsızlık konusunu akla getiriyordu ama onun da nihayetinde yaptığı,
şair’lik denilen tutumun; yani dolayıma yönelik yaklaşımın sınırlarını
zorlamaktı. Bana bunları düşündürttüğüne göre bir şeyler olmuş.
Tekrar komünist manifestoya dönelim mi: Komünist düşünce, o
zaman, yeni bir dolayımın imkanını zorlamak değil midir?