10 Kasım 2011 Perşembe

A LOSER OF ROCK’N ROLL ve CESUR YENİ DÜNYA

Bir rocker bir parodidir. Rocker’ın isyanı, önce patlamış, sükse yapmıştır: Modern anlamsızlığa verilen büyük bir yanıttır. Eski yanıtın çözülmesiyle ve seksapelini kaybetmesiyle, rocker “ezik” ilan edilmiştir. Rocker’ın cevabı, artık tüketim makinesinin dışındadır. Yeni bir cevaba sarılmak gerekir, bir sonraki cevaba geçmek gerekir; hem yeni kuşağın (çünkü ne olursa olsun rocker’lık bir önceki kuşağın cevabıdır) hem de kapitalizmin yeni bir cevaba, her zaman daha fazlasına, ihtiyacı vardır.

Ancak, bu esnada, olan rocker’a olmuştur: Seks, drugs, rock’n roll içerisinde çirkinleşmiş, sağlığından olmuştur. Deli Dumrul’un ölümle karşılaşması gibidır: Gören gözlerim görmez oldu. Rocker’ın kulakları ağır işitir. Rocker'ın eski cinsel iştahından geriye pek bir şey kalmaz. Ya göbeklenir, ya da aşırı zayıftır. Rocker’ın bedeni, hep ölümle dans eder; ama rocker ölmez, sürünür. İçi dışı bir olmuştur. Makinenin onu tükürmesi gibi, o da kendi geçmişini tükürmektedir her sabah gelen öksürük kriziyle.

Aile ve iş için de çok geçtir artık. Akıllı rocker’lar, geri dönmeyi bilmiştir. “Hakiki” rocker ise geri dönülecek bir ev bırakmamıştır; rocker’lık icabı. Ancak, hem kendi bedeni düşmüştür, hem de imgesi bir karikatüre dönüşmüştür: “Ha, o mu?”. Rocker'ın genç ölmesi gereklidir, en "cool" rocker, ölü rocker'dır.

Rocker, her zaman tek başınadır. Yeni trendlerin peşinden gidenlere ve/veya eve dönenlere, hınç ve aşağılamayla bakacaktır; nostaljiyle beslenecektir.
O yüzden rocker’ın, hayatta kalabilmek için, ya bir mucizeye ihtiyacı vardır (School of Rock), ya da evcilleşmeye (Rock Star). Ya da acı son onu beklemektedir (The Wrestler).

Sözlerimi Motorhead’den bir kupleyle nihayete erdirmek isterim:

You know we ain't too good looking,
But we are satisfied,
No, we ain't never been good looking,
But we are satisfied,
We shoulda opened up a little Whorehouse, honey,
Get a little booty on the side

5 Kasım 2011 Cumartesi

ölüm üzerine -ıı-


‘Devrent Deresine çıvgınlar esti/elimi kolumu poyrazlar kesti/feleğin bizlere böyle mi kastı…’

Halil Abi'yi ilk gördüğümde, 88 senesinin haziran ayında, bizim Cevizli'nin tuvaletlerini tamir ediyordu. Babasına sucu Şeref derlerdi. Eski usul bir belediye çalışanı olarak Şeref dayı, altında Çavdır Belediyesi yazan minübüs ile (ki 77 model bu minübüs, sonradan Hac farizesinde ölüp Mekke’ye gömülecek olan Almancı Eyüp dayı tarafından Belediye'ye hediye edilmişti) sürekli dolaşır, saat-sayaç okumaktan lağım patlak tamirine; bina tesisatından, hayırsız kocalı kadınların ya da dul kadınların hayrını almaya kadar her işe koşardı. Babam onun için belediyenin baba direği, 5 dozerim olacağına bi şeref dayı yeter derdi. Halil abi işte bu Şeref dayının üç oğlundan en büyükleriydi.

Bir 80’li yıllar eğitim-öğretim fenomeni olarak bilhassa taşrada (ve tabii ki Çavdır'da da) derslerin pek çoğu ya boş geçmekte, ya da Eczacılar Matematik derslerine, bankacılar İngilizce derslerine filan ikame edilmekteydi. Sonuç olarak, 90'ların ortasında taşranın gelir düzeyi ve üniversite kontenjanları artana kadar bizim çavdır lisesi, üniversite sınavlarında sıfır çekmeye devam etti. Zaten ne ailelerin ne de talebelerin liseden (zamparalık, kankalık hikayeleri dışında) bir beklentisi olmadığı için, bu durum, şimdiki aileler için olduğu gibi ne medar-ı iftihar ne de kara leke olarak addedilmiyordu.

Öte yandan, işte bizim Halil abi gibi, kimi gençler, biraz zeka, biraz da talihin yardımıyla 2 yıllık bir yerlere kapağı atabiliyorlardı. Halil abi de işte, 87 yılında, Isparta'da 2 yıllık bir bölüm tutturmuş, aile de yoksulluğuna bakmadan, oğlanı belki bir devlet kapısına yerleştiririz diyerek okula yollamışlardı. Lakin Halil abi, abimle konuşmalarından anladığım kadarıyla, pek okulla filan ilgili değildi. Kadınlar, solcular, bir de halk müziği ona daha çekici gelmekteydi. O tarihte ben çocuğum, abim ise ergen; haliyle üniversite görmüş bu zampara insanın maceralarını dinleyeceğiz diye kaç gün ona harç taşıdık şimdi hatırlamıyorum. Lakin, o senenin kışında, babası Halil abi'ye bizim meşhur kasaplardan Pilli Mehmet ile para gönderecek ve pilli mehmet onu okulda değil de, bi kafede kız-oğlan in gibi sigara içip türkü çığırırlarken bulacak, oğlanın okulla bi alakası olmadığını ve diğer manzarayı ayniyle babasına nakledecek ve Sucu Şeref dayı da, Halil Abi'nin ilk köye geldiğinde balta sapını belinde kıracak ve böylelikle Halil abinin tahsil hayatının sonuna gelinecekti.

Sonrasını tahmin etmek güç değil, Halil abi ertesi sene askere gitti. Yakın zamana kadar, askere gideceklerin, askerlik sülüsünü aldıktan sonra (bu fiilen değil ama, resmi olarak askerliğin başlaması anlamına geliyordu) ağanın ambarını taşlaması (bu ambar en sonunda İbrahim Ağa’nın kendi çocukları tarafından yıkıldığında sanırım 90’ların sonuydu, böylelikle bu ritüel de sona erdi) otomobiller ve traktörler hariç bütün tekerlekli taşıtların (at arabaları, el arabaları, römorklar, pulluklar) harman yerine ya da ören yerine, geceyarısından sonra gizlice götürülüp bırakılması ve Fethiye yolunda otobüs kesip, şarap parası için haraç toplanması bir çeşit askerlik ritüeliydi.... Haliyle hem ambar faslı hem de yol kesme maceralarından sonra, askerler evlerinden jandarma tarafından toplanıyor-birkaç göstermelik tokat, bir kısım da şinav-barfiks-mekik egzersizinden sonra serbest bırakılıyorlar, bu toplanmayla birlikte resmiyet de fiiliyata dönüşüyordu. Burası da baya ilginçtir aslında çünkü, bu gençler kanun önünde “zorbalık” yapıyor olmalarına rağmen, askerliğe ilk adımlarını, yaşayacakları çilenin bir çeşit tazmini olarak, orduya ait olan ayrıcalıkların (hukuk tanımazlık ve bir zamanlar köylüye kök söktürmüş olan ağanın ‘tanrısallığı’na meydan okuyarak) karnavalesk bir gelip geçicilikle de olsa, tadına bakarak atıyorlardı..

Diğer devreler gibi HAlil abilerin devrede, en az iki kere, nezarete düştüler, ağa ambarını taşlamak ve yol kesmekten. Bir akşam ağanın ambarını taşladıktan sonra, bizim meyhaneye gelmişlerdi. Bi tek Zülfü'nün on yılın ezgisi kasedi, Selda'nın Yürüyorum Dikenlerin Üstünde’si, bir de Ahmet KAya'nın An gelir albümleri piyasada bulunurdu. Ferhat Tunç bile sanırım düşmemişti daha piyasaya. 12 Eylül öncesi, türküler-besteler, bilenlerin hafızasında vardı (ki mp3 ve youtube denilen teknolojilerin en büyük hayrı herhalde, 12 eylül öncesi ve sonrasındaki ayrımı en azından müzikal manada ortadan kaldırmasıdır bana göre) . O akşam işte, eskilerden söylediler, babamın da kafası güzel, bi de gençler ağanın ambarını taşlamış; bugün her şey serbest dedi babam. Sonra bunlar, sonraları ezberleyeceğim bi sürü Zülfü Livaneli, Ali Asker türküsünü (Ki Ali Asker'i hiç duymamıştık daha) saz, darbuka çalıp söylediler. Tuhaf bi akşamdı. Gençlerden birisi, ki şimdi kendisi Amerika'da ve bel fıtığı olmuş, sanırım ismi Ali Abi'ydi; Halil, Zülfü'den Hoşgeldin Bebek'i çalsana dedi. Halil Abi de, O'lum, Mehmet Abi'ye ayıp olur, hem de o bağlamayla çalınmazki gibi şeyler söyledi. Sonra, ısrar edenler oldu başka, Halil Abi biraz bağlama tıngırdatıp, en sonunu söyledi "Hoş geldin bebek yaşama sırası sende/ senin yolunu gözlüyor/sosyalizm filan" Bu benim belki sosyalizm kelimesini ilk duyuşum değildi; ama meseleyi siyasal bir proje olarak ilk idrak edişimdi herhalde.

Sonra askere gittiler, Halil Abi'yi üç-dört ay kadar sonra, kolu alçıda teyzeoğullarının dondurmacı dükkanında, mutsuz mutsuz otururken gördüm. Tam anlamıyla yıkılmıştı, abi nassın dedim. Valla Osmanım kötü dedi. Kolunun hikayesini anlattı, hava değişimi almış, Tunceli'deymiş, Tikkoculara karşı mücadele ediyorlarmış, bu ağırına gidiyordu. Hatta, üç gün bir gerillayı kovalayıp, en son bi çam kütüğünün ardında, mermisi tükenince, öldürmüşler... Tikko'nun hızlı zamanlarıydı, ve yüzlerce efsaneleşmiş gerilla hikayesi Dersim’in vadilerinde demlenip, İstanbul’un Ankara’nın sokaklarına karabasan gibi çökmekteydi… Halil abi solcu olmasına solcuydu, lakin, babası tipik bir sağ-muhafazakardı, kardeşlerinden ortancası Ali Abi, Kahta Nakşibendilerine sufi olmuş; en küçük KArdeşi Sudrettin ise alperen ocaklarına girmeyi tercih etmişti. Diğer akrabaları da genel olarak, MHP'liydi. Bi tek HAlil abi vardı o ailede solcu.

Her neyse, Halil abi geldi askerden. Biraz zaman geçti, heralde 90 senesinin yazıydı, bi akşam abimin yanına geldi, Mustafa bu gece yengeni kaçırcaz var mısın dedi. Abimde olur abi tamam dedi. Abim sadece şoförlük yapacak, bizim 80 model beyaz bi reno-station araba var, her sabah dağdan kebaplık oğlak getiriyoz, haliyle içi teke siyeği ve oğlak boku kokuyo; ama Halil Abi için imkanlar kısıtlı, çalacak kapı az. Dükkanı, gece 12 civarlarında kapattık. Babam yattıktan sonra, anahtar zaten bizde olurdu, arabayı eski evin ordaki yokuştan aşağıya salladık, ben binmedim, abim duyulmayacak kadar gittikten sonra, arabayı çalıştırdı, farları yaktı, bastı gitti. Yukarıdan Halil Abi'yi amcasını, babasını ve onların yedeğindeki iki tüfeği yüklenip Dengere'ye varmışlar, yenge çıkmış, alıp kaçmışlar. Temiz iş sorun çıkmadı. Ben dışarıda bekledim, abim geldi yattık… Düğün oldu gittik; HAlil abi'nin içi içine sığmıyordu... Babamsa abimle bana gösterilen hürmete anlam vermekte güçlük çekiyordu...

Sonra biz Antalya'ya gittik, Halil Abi köyde tesisatçılığa filan devam etti. Üniversiteli gençlerle, kitaptır kasettir derken, biraz daha işi ilerletmiş. 94 seçimlerine blok olarak giren ve ÖDP'nin önceli olan Birleşik Sosyalist Parti'ye çalışmaya başlamış. Bu yüzden, evde kaç defa kardeşleriyle birbirlerine silah çekmişler ama her defasında babaları ağızlarına basmış şamarı, susturmuş bunları. Bizim de kepezaltı macerası yavaş yavaş alevleniyordu, Halil abi gelip gidiyor,gelip gidiyor. Sonunda bir gün, geldi, dönmedi. Zaten ev var, yeme içme de sorun değil, iyi kötü iş te buluyor; iş olmadığı zamanlarda, parti binasında çay sigara, çalgı çengi derken günler geçiyor. Bu arada, tabi ufak tefek, zamparalık hikayeleri de oluyor... 95 senesi geldiğinde, ortalık epey kızışmıştı, bütün yapılara operasyon olmuştu, cephe, ihtilalciler, köylüler, kıvılcımcılar, herkes ortalama yirmişer kişi Buca'ya paketleniyodu. Biz de halkevinden ve BSP'den ayağımızı iyice kestik, ama Halil Abi haliyle benim köylüm olduğu için görüşüyoruz onunla. Günün birinde, bir ev tuttuk, eğer bir terslik olursa orada saklanacağız. Terslik o ki tam da o sıralar Halil abi evsiz kaldı ve muhtemelen ihbarcılık yapan bi kadını o eve 'attı'. Bu aramızı soğutan ilk hareketiydi. Ardından da, benim eski kız arkadaşıma kur yaptığını gördüm, ki bu da aramızdaki ilişkiyi bitiren son hareketti. Halil abi yüzünden, bize operasyon başladığında o evi kullanamadık, ben ve kimi arkadaşlar bu yüzden kolaylıkla yakalandı. Bu yüzden daha da kızdım, çıkınca selam sabahı da kestim... Ki o da bir kısım talihsizlikler yüzünden Antalya'yı bırakmış, Çavdır'a dönmüştü. Köyde de selamlaşmıyorduk.

Sonra ben, 97 senesinde Bozüyük'e bi fabrika'ya, ailem tarafından gözönünden uzaklaştırılmak için, mutemet olarak gönderildim. 96 senesinde ÖDP kurulmuştu, Halil Abi ve bi kısım bazı arkadaşlar Çavdır'da ÖDP'nin ilçe teşkilatını kurmuşlar ve baya da taraftar toplamışlardı. Eski TKP-Devyol geleneğinin varlığından dolayı, ÖDP Burdur'da bayaa iş yapacağa benziyordu. Ki ilk seçimlerde özellikle Fakir Baykurt'un memleketi Yeşilova ve Burdur merkezde bi hayli oy almışlardı. Durumları geriden geriye takip ediyordum. Sonra günün birinde bir haber geldi; bir eylemden dönen ÖDP otobüsü (Sanırım Ankara'dan Susurluk meselesiyle ilgili bir olaydan geliyorlardı) Burdur çıkışında kamyonla kafa kafaya girmişti. 7 ölü onlarca ağır yaralı vardı. Ölenlerden birisi Halil Abi'nin 5-6 yaşındaki oğlu Şeref Ulaştı. Eşi ölümden dönmüş, sağ bacağı 10 santim kısa kalmıştı; HAlil Abi ise hem çarpmanın etkisiyle, hem de oğlunu kaybetmiş olmanın acısıyla delirdi. Dediklerine göre, olay olduğunda, halil abi cama sırtı dönük bi şekilde şöforün yanında en önde, saz çalıyormuş, o yüzden kamyon tam anlamıyla halil abiye kafa atmıştı. Epeyce hastanede yattı, hafızasını neredeyse tamamen yitirmişti. Bir tek anasını, babasını, kardeşlerini hatırlıyordu, onun dışında gelen herkesi niyeyse bir cinsellik dolayımıyla hatırlıyor; özellikle kendisine iğne yapmaya çalışan doktorlara-hastabakıcılara 'oğlum sizin karınız kimlerle zikişiyor? bana iğne vuracağınıza gidip karılarınıza sahip çıksanıza...' minvalinde şeyler söylüyordu.

Olayı duyunca, ben Halil Abiyi affettim kendimce, zira zaten hafızası sıfırlanmıştı; bir de çok büyük acılar çekiyordu. Köye geldiğim zaman ziyaretine gittim, hatırlamakta güçlük çekti beni önceleri, ölen ortak bir arkadaşımızı (Buca Cezaevinde 95 yılında bir isyanda ağır yaralanıp hafızasını yitiren sonra da ölen Kurtuluşçu Mehmet Kurnaz. Ki büyük bi ihtimalle Kurnaz’ı Halil abi’nin bizim gizli eve attığı kadın yakalatmıştı) sordu her karşılaşmamızda, bi de benim hangi hareketten olduğumu… Puslu hatıraların arasında beni bulmaya, hatırlamaya çalışıyor gibiydi, herhalde hatırlamıyordu; ya da hatırlamak istemiyordu geçmişi...

Hiç bir zaman eski neşesi olmadı, hiç bir zamanda mental dengesi yerine gelmedi, ama zamanla düzeldi, oğlunun kan parasıyla bir ev yaptılar ve o eve yerleştiler. Hole, aynanın yanında, Şeref ulaş’ın zafer işareti yapan, büyük boy bir resmini astılar. Hem Halil Abi, hem de yenge başlarına gelenleri allahın onların günahkarlığına verdiği bir ceza olarak gördüler başlarda… Yenge bayaa bi muhafazakarlaştı, tesettüre girdi ve başını bir daha hiç açmadı.Halil abi de içkiye ve solculuğa tövbe etmiş gibi görünüyordu. Aslında, ikisine de çok müptela değildi ama zaman içinde hafızasına kavuştukça iptilalarına yenik düşse de Yenge tövbesini korudu ve tesettürden vazgeçmedi. Lakin beni içine kapandıkları aile hayatına kabul ettiler ve zaman zaman kendilerini ziyaret etmeme müsaade ettiler. Yazları değil ama, okula gelmeden önceki son kışlarda, ayda iki üç kere ziyaretlerine giderdim. Yenge genelde evde olmaz, eltilerine ya da komşularına oturmaya giderdi. Yalnızca bir kere kendilerini ziyarete gittiğimde, Halil Abiyle birlikte 'bölemedim felek ile kozumu' uzun havasını söyledi yenge, ben giderken de, ‘eski günlerden bi akşam gibiydi, sağol’ dedi. Dediğim gibi, zaman zaman evlerine gittim, ondan öğrendiğim parçaları, kendisine çaldım... Ben çaldıkça şaşırıyordu 'ya bu kadar notayı nasıl aklınızda tutabiliyorsunuz?' diyordu. Oysa Zülfü'nün 'Çırak Aranıyor'unu ya da bizim buraların yöresel türküsü 'Devrent Deresi'ni halil abi'den güzel çalıp söyleyen olmazdı.

Ben, İstanbul’a taşındığım zaman, Halil Abi de eşiyle birlikte Antalya’ya taşındı, bir hastanede hastabakıcı olarak çalışmaya başladı. Antalya’ya bir gidişimde, yanına gittim. Hastane bahçesinde birlikte bir çay içtik. Sonra, bir daha görmedim. Aradan yıllar geçti. Düğünüm için kör Ayhan’la birlikte, davetiye dağıtırken, birdenbire Çavdır’ın bi sokağında karşı karşıya geldik. Hayırdır dedi. Evleniyorum abi, dedim. Ben öyle deyince, “tabi o’lum, zaten burjuvasın, bizi davet etmene gerek yok” gibi bi şeyler söyledi. Yok abi, senin davetiyen de hazır arabada bak filan dediysem de, muhtemelen yoksulluğunu deliliğe vurdurup, gelmem ben küstüm sana deyip gitti… Bu onu son görüşüm oldu.

Geçen kış kasım ayında, Kör Ayhan bir gün beni aradı ve “Sucu Şeref’in Halil, Sudrettin, Halil’in kızı Kardelen ve beraber çalıştıkları bir sekreter kadın öldü” dedi. Trafik kazasında, üçü aynı haneden, biri onların iş arkadaşı dört kişi ölmüştü. İstanbul’daydım. Cenazelerine katılamadım. Sonra gelince başsağlığına gittik. Anlatılmaz bir acı. Üç erkek kardeşten yalnızca ortancası kalmış, Halil Abi’nin eşi 10 yıl arayla iki çocuğunu ve eşini kaybetmiş, anneleri de iki oğlunu ve iki torununu trafikte kayıp etmişti.

Anlattıklarına göre, evdekilere, annelere ve eşlere önce kaza var ölü yok demişler. Lakin, herkes ucun ucun toparlanmaya başlayınca ve hiçbir şey artık gizlenemez noktaya gelince, bir ambulans peydah olmuş ve ellerinde sakinleştiricilerle haneye hemşireler girince, kadınlar mahalleyi yıkmışlar… Sonra, sakinleştiriciler onları biraz sakinleştirmiş ama evin önüne üç tane tabut gelince kıyamet bir daha kopmuş… Cenaze cemaati de baya kalabalık olmuş…

Cenaze defnedildikten sonraki gün, rivayete göre, kocası hayatta kalan Naciye Yenge Halil Abi’nin eşine, yani dul kalmış eltisine, demiş ki “Anakadın sana bi şey sorcam; önce oğlunu, şimdi de kızını ve kocanı kayıp ettin, hiç düşündün mü evlat acısı mı yoksa koca acısı mı daha dayanılmaz…?” Tahmin edileceği üzere, Anakadın yenge öfkeden morarmış, çenesi kilitlenmiş ve bayılmış… Zor olan bu soruyu sormak mı, yoksa yanıtla(yama)mak mı, hala zaman zaman düşünürüm…

Hülasa, Halil Abi öleli bir yıl oldu… Halil Abi ve kızı Kardelen’in, ölümlerinden sonra kardeşi tarafından facebook’a yüklenen (ki cep telefonuyla çekilmiş bu görüntüleri çok aradım, ama kaldırmışlar) Bekle Buğday Tanesi türküsündeki gibi; ömrümüz hala toprağın altında(kilerle birlikte) bizi yeşertecek kar suyunu beklemekle geçiyor; lakin o zamana kadar o buğday tanesi gibi boy vermek için, toprağa sıkı sarılıp, başı dik tutmaya devam etmek gerekecek heralde…

http://www.odp.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=2396&tipi=1&sube=0

http://www.haberturk.com/yasam/haber/569342-bu-aciya-dayanilmaz

4 Kasım 2011 Cuma

Bir Dönem Profili Olarak Yaşar Ayaşlı'nın "Yeraltında Beş Yıl"ı

İstanbul'a son gelişimde, yayınevindeki arkadaşlar, hararetle kendi aralarında, Yaşar Ayaşlı'nın Yeraltında Beş Yıl kitabını tartışıyorlardı. Onlara göre, kitap hem ruhu hem de argümanları bakımından oldukça problemliydi. Merakla kitabı okudum. Gerçekten kitabın yayınlanmış olması pek çok bakımdan skandal, yazarın argümanlarından, aleni verdiği isimlere, yayınlatmak için seçmiş olduğu yayınevinden, kendisini koyduğu yere kadar, kitap pek çok bakımdan solcu magazini görünümünde... Lakin kitap tersten bir okumayı hak ediyor, zira, 80'ler ve 90'ların efsanevi örgütü TİKB (anlatılanlar doğruysa, ki öyle görünüyor) aslında bir arkadaş çevresiymiş ve aralarındaki gerilimler, bizim Hisarüstü - SBK ahalisinin yaşadıklarından çok da farklı-fazla değilmiş.
Öte yandan, bu hareketin özneleri belirli bir noktada (özellikle kitabın yazarı için bu çok belli) devrimci hareketi kendileri ile özdeşleştirmişler. Aslında bu epey faydalı bir şey olabilecekken, büyük bir megalomani üretmiş ve bütün direniş hikayeleri, aslında büyük ego anlatılarının parçaları haline gelmiş. Bir de 84 ve 96 ölüm oruçlarına ilişkin yazarın görüşleri epey ilginç ve mantıklı geldi bana. Bütün bu süreçlerde, ölüm oruçlarının lokomotifliğini yapan DEv-Sol ölüm orucu meselesini, bütün problemleri çözecek bir simya taşı ya da devrime hüviyet kazandıracak bir ab-ı hayat olarak ele almış.
Neticede, bir kere daha gençliğimize aslında bütün bir proleterya ya da örgütmüş gibi kendini lanse edebilmiş bir kaç insanın ve onların nerede hayal nerede gerçek nerede mitoloji nerede ideoloji olduğu seçilemeyen düşlerinin yön vermiş olduğunu görmüş olmak, hem güzel (çünkü bu rüyanın belirli bir kısmını birlikte gördük) hem de çirkin (bu hayalin büyük bir kısmında kandırıldık)....
Hülasa, Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı derken, bu kitabı Nasıl Yapmamalı ve ne olmamalının hikayesi olarak okumak iyi olabilir...

Bir Dönem Profili Olarak Yaşar Ayaşlı'nın Yeraltında Beş Yıl-