13 Kasım 2012 Salı

BEN Kİ SON 9 YILDIR HİÇ


Mehmet Talha Paşaoğlu’na, saygıyla ve dostlukla.

Sonunda Mehmet Efe’nin çok övülen Mızraksız İlmihal’ini okuma şansım oldu. Bundan da ziyade, bu aralar karşıma sürekli İslamcılar’la ilgili bir şey çıkıp duruyor. Cihan Tuğal’ın “Passive Revolution”ını bir Sultanbeyli hikayesi olarak okudum, ya da, daha genel itibariyle, bir mahalle, bir ilçe öyküsü olarak okudum. Tabii bir de, bir şiir olarak: Hayallerimiz neye dönüşecektir? Mehmet Efe’yi okurken de CNN’de “Muhafazakar Moda” belgeseline rastladım. Bu bir mesaj olmalı. Tarih, bizim kulaklarımıza fısıldıyor vahiylerini ve biz de takip ediyoruz işaretleri, okuyoruz, düşünüyoruz ve merak etme becerimizi hayatta tutuyoruz.

Velhasıl, artık nedir beni çeken bu İslamcılar’ın dönüşümünde bilemiyorum ama kendi dinsizliğimin haritasını çıkarıyorum gibi geliyor hep. Dinsizliğimin diniliğini. Ya da taşradan, ne taşrası, varoştan merkeze gidişimin hikayesini. Sonuçta, anneannemin dini tedrisatından geçtikten sonra -ki Ayetel Kürsinin mucizeleri, Süphaneke duasının ezberi ve birtakım dini değerlerin yüceltilmesine dayanırdı, ve sonra “Fırat” çıktı ve bunları herkesin bildiğini herkes herkese hatırlatmış oldu- ergenliğimin sonrasında, yavaş yavaş, ve bir miktar azap içerisinde, dini terk ettim. Aslında ben buna dinden düştüm de diyebilirim. Hangisinin ağır bastığına karar verebilecek olan da ben değilim gibi geliyor; belki bu yazının okurlarıdır. Mahallemizde Kuran kursu vardı; ama arkadaşlarım ve aileleri için ne kadar önemliydi hatırlamıyorum, kestiremiyorum. Giden arkadaşlarım vardı ve ben gitmiyordum. Maçlarda küfür edilir ve dutlara dalmadan önce Allah’tan af dilenirdi. Ailemizde ise, her ne kadar son dakikada yetişilse de bayram namazları, Ramazan ayında dindarlaşma mevcuttur; öte yandan esas inanılan ise seküler eğitimin, çalışmanın ve sorumluluğun önemidir. Velhasıl ben çok uzun zamandır camide rahat etmiyorum; sokakların soğuğundan sığınmak için dahi olsa, camiye gitmiyorum. Öte yandan şuna inanıyorum ki, çalışıyorum, çok çalışıyorum.

Dinden düştüm; ancak Sultanbeyli hikayeleri ilgimi çekmeye devam ediyor. Dindarlığın renklerini ve dönüşümünü görmek, bunu da, Anadolu yakasında, arabayla 20 dakika olan, akrabalarımın yaşadığı bir mevkide anlatıldığını görmek, bizim oraların sahneye çıktığını hissetmek hoş bir hayal hissi uyandırıyor olsa gerek; hem de bir yanıyla aynada aksimi izlediğim hissini veriyor. Ne garip bir Narkissos öyküsüymüş bu. Zaten Tugay Yolu olsun, Sultanbeyli olsun, gündelik hayatın atom fiziğini düşündürüp duruyor; olabileceklerimin, benzeyebileceklerimin renk skalası.  Tabii ölçüm yapılınca ortada bir şey yok. Kendime soruyorum; ne var Cihan Tuğal’ın derlediği bu hikayelerde? Dükkanında ayakkabı giymeyen adamların, zenginleşmesinin öyküsünde? Ya da, belediye başkanlarının sakalının kısalmasının ve badem bıyığının ortaya çıkması öyküsünde ne var, beni cezbeden; bu kendince solcu halimle, ilgimi çeken?

Cihan Tuğal’ın anlattıklarına bakınca, kimin öyküsüdür bu, diye düşününce; aklıma şu geliyor. Bu öyküler, hayal kırıklığına uğramış insanların hayatta kalma öyküleridir; ama bir yandan da, çıkarın ve iktidarın tadını almış insanların kendilerini hoş göstermelerinin, riyalarının öyküleridir. İsmail’ini kurban etmeye hazır olmayanların, kendilerini vaftiz etmelerinin hikayeleridir. Hangisini ilk sıraya koyarız, hangi versiyonu tercih ederiz, bilemiyorum: Muhtemelen ikisinden de bir şeyler var. Muhtemelen, İslamcılar da çeşit çeşit; nihayetinde insan kısım kısım, yer damar damar. Hayal kırıklığına bir tepki olarak, ütopyadan vazgeçmenin hikayesi mi; koalisyon hükümeti iktidarının tadıyla yeni düzeni inşa etmenin hazzına erenlerin bir masalı mı – hangisini duyduğumuz, bizim hem yerellik dediğimiz bu “dert”in bir yansıması herhalde, hem de kendi politik perspektifimizin İslamcılığı nasıl anladığı. Bir de sağcılık var tabii; memleketin esas sahipleri, mukaddes değerleri ağır ağır yeniden üreten el öpen ve öptüren, birbirleriyle bir şekilde anlaşmayı başaran, efendiler.

Mehmet Efe ise, inancın hikayesini yazmış romanında. İrfan’ın aşkına olan inancının öyküsünü geçiyorum; bir de tımarhaneye götüren inancın hikayesi var. Mehmet Efe’nin romanında ise, tebliğe gönül veren birisiyle karşılaşan İslamcı’nın çelişkisi çok etkileyici. Dinde gizlilik olur mu, yaratıcı aksini iddia etmiyorsa olmaz. Bu, ister dindar olsun ister dinsiz, herkese şu soruyu soruyor: Bir kere ahlak olduğuna inandıktan sonra, uzlaşmayı mümkün kılan şey nedir? Cevabı “hayatta kalmak” olanlar, her gün, haksızlılara karşı duruş ve ahlak arasında gidip gelerek, bir adım ileri bir adım geri atıyorlar ve kendilerine tekrar tekrar soruyorlar: Ben kimim? Şahsen muktedire karşı sinsiliğin gayri ahlaki olduğuna inanmıyorum. Bu ise, bana şunu sorduruyor: Dayanışman gereken kimdir? Onunla etik bir şekilde, bir erdemi inşa ederek nasıl bir arada durursun?

Bir de, anlaşılan “Mızraksız İlmihal” ile dillendirilen bu özeleştiriler, bu kafa karışıklıkları, hem karşılığını bulmuş, hem de bir tür savunma mekanizmasının (bastırma mı; inkar mı, bunu iyi anlamak gerekir) ortaya çıkmasına neden olmuş. Kitabın ilk basımı ile ikinci basımı arasında 4 yıl var; ki Mehmet Efe’nin anlattığına bakılırsa, ilk basımı ve sonrasında satışı da bayağı bir maceralı olmuş. Ancak bugün, belirli bir çevre arasında oldukça tutuluyor anladığım kadarıyla ve yazarın dillendirdiği eleştiriler bir kısım karşılık bulmuş görünüyor.
Unutulmaması gereken bir nokta şu ki: Ne olursa olsun, bir mutlu sonla bitiyor bu kitap. Bir mucize ile, bir mesel ile. Bu da üstüne düşüneceğimiz başka bir soru olsun.

Birkaç alıntıyla bitirelim:

“Farklılıklar, güzelliğe yönelişin yeryüzüdür” (Kitabın sonundaki röportajlardan birinde Mehmet Efe’nin söylediğidir)
Alıntılayacağım bir diğer cümle de bir hadis meali:

“Ümmetin öncekiler, sonrakilerden daha hayırlıdır. İkisinin arasında keder vardır”.

Bu sözden yola çıkılarak yas üzerine düşünülebilir mi diye aklıma gelmedi değil.

Bir de şu var, hani bir Ece Ayhan dizesi olurmuş dedirten:

“Gidip, İlim ve Fetih Şuuru’nu Yayma gibi yurtları geceleyin basan deliler tanıdım Abicim.
Kalkın ulan! Artık takunyalı burjuvalara iç güveysi damatlar olmanıza gerek kalmadı. Kalkın, Şeriat geldi!” diye haykırıyordu biri”.

Ki düşünün, 1993’te bu kitabın ilk baskısı yapılmış. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder