7 Ocak 2011 Cuma

Demirkapının Önü-Ardı...

Sabah sırtımda bir ağrıyla uyandım bugün, yataktan zor kalktım, bir gün önce inşaatta temizlik yaptım ve yel girdi, malum hamlıkta var. Kahvaltı yaptım evde, sonra biraz bağrımı güneşe verip miskinlik yapmak için çalışma odasına geçtim, koltuğu pazar yerine doğru çevirdim; sonra bi Hale Gür verdim; 'altın tas içinde kınam ezilir...' Tam kendimce enteresan hülyalara dalmak üzereyken telefon çaldı. Genç Osman, 'napıyon emmi?'; 'Hiçç oturuyom.' -'iyi çık hadi işimiz var, karaböcenin çıkmasına az zaman kaldı cezaevine gidecez, iki üç sigara alalım, zenginin görüşüne herkes gider, hamalı yalnız bırakmayalım...' 'Tamam.'
Çıktım babamdan arabayı aldım, Hasan, Gencosman, ben. Çavdırdan çıkmadan, Şali'den bi karton 2000 aldık. Sür bakalım Gölhisar'a. Gökyüzü pırıl pırıl, göğün göğsü silinmiş cam gibi, ama bıçak gibi keskin bir ayaz... Vardık Gölhisar'a.
Cezaevi sapağına döndük, tam gencosmanla ben gölhisar cezaevi maceralarımızı yarıştırmaya başladığımızda; karşımızdan Kartal Veli göründü. Tenhalarda geziyo, inceden bakınıyo, üstü gene partal, zaten günlerden cuma muhtemelen birazdan bi caminin önüne yazınmaya gidecek ama; gitmeden önce şöyle kenarda rabbim avımızı ayırmışmı diye evlerin sotelerini kesiyo, malum kartal işte. Arabayı üstüne kırıyorum, önünde duruyoruz; 'ne'ule veli dayı hayırdır avını mı arıyon?'. Hiç yüz vermiyor bize, 'eh nidelim be gıgaş'. Yüzü kırk kat, belli iş üstünde, biz voltamızı alıyoruz; sonra cezaevine devam.
Karaböce, Çavdır'dan rahmetli Halaza Ramazan'ın oğlu. Köyün en yoksul ailelerinden bunlar. Dağdan odun etmek, yem-kepek hamallığı, seçimlerde oy satmak, kaymakamlık, sosyal yardımlaşma derken, maişet çıkıyor; barajdan tuttukları balıklar da şarap parasını denkleştiriyor. Karaböcenin kafa devamlı dumanlıdır, elini yüzünü yıkadı mı eli şaraba gider.
Gündüzü gecesi yok, gene böyle bir gün; her ne sebeptense, karısın dövmüş kafa güzelken; karısı gitmiş karakola ben bu sarhoştan bıktım demiş , şikayetçi olmuş; devletin işte tam gücünü gösterme vakti. Dayak atan doktor olsa, polis olsa, hakim savcı olsa; bi hal yoluna bakılır 'aman efendim eşinizim içtimai konumu' filan denilir; karaböce zaten ne içtimailiği olacak hayatta duruşu sıçtimailik... Hemen dosyalar açılmış, tutanaklar, raporlar, mahkemeler derken 2000 lira kadar para cezası kesmişler, ki bu para karaböce için büyük ikramiye gibi bi şey. Neticede parayı ödeyemeyince günlüğü 20 tl yevmiye ile koymuşlar hapse.
Epey yattı az zaman kaldı; biz zaten birinci dereceden yakın olmayanları görüştürmediklerini biliyoruz, savcıdan müsaade istiyoruz; bugün açık görüş varmış ve bugün mümkün değilmiş haftaya gelin diyorlar.
Neyse biz niyetimizi bozmadan, cezaevine varıyoruz; yaşlı bi kadın kapıda ayazdan titriyor; bi kaç genç, bi asker, bir iki gardiyan; bi garip dünya. Tel örgünün önü ardı. Türkiye Cumhuriyeti Gölhisar Ceza ve Tevkif Evi yazıyor tabelada. Vaktiyle mahkum olarak girdiğimiz kapının dışında ziyaretçi olmak tuhaf bi duygu; o duvarların neyi sakladığını, nasıl koktuğunu bilmek, bunları hatırlamak, o boyadığın lavabonun hala aynı renkte olup olmadığın merak etmek filan..
Arabadan iniyoruz, karaböcenin oğlu ramazan 'hatasız' kapıda. Bizi görünce seviniyor, dünyanın yuvarlak olduğunu ispatlayan vapur dumanı gibi, Hatasız'ın orda olduğunun ispatı olarak öncelikle dişlerini birbirine kaynatmak istermişcesine sıkmasından kaynaklı çıkmış olan elmacık kemiklerini, sonra zayıf bacaklarını ve en son olarak da dünyanın anlamsızlıklarına aynı anlamsızlıkta nazarlar atan gözlerini görüyoruz. Yanına varıyoruz, öpüşüyoruz, cezaevinin ayırdında değilmiş gibi görünüyor ama son iki hafta içinde iki defa ambulansla hastaneye kaldırdılar kasılıp kalıyor, gevşetici vurup geri eve... Yaklaştıkça Hatasız'ın dünyası bizi içine alıyor; pili bitmek üzere olan bir teyipten Orhan Baba'nın sesini duyuyoruz; 'Hatasız Kul Olmaz'. Tam da cezaevinin önündeyiz, Hatasız'ın titremekten bütün gücü tükenmiş, teybin pilleri alabildiğine yorulmuş; insanlar 15 yıldır hapis yatmış, tahliye olmuş, birileri bırakıldı diye öfkeli; hatasız kapıda bekliyor, fermuarı açık. Kimliği olmadığı için görüşe almamışlar. Babasını ise parası olmadığı için dışarıya bırakmamışlar.
Açık görüş üst katta oluyor, oranın bir ucu kütüphane, dünyanın en boktan kütüphanelerinden birisi, okunacak bir kitap bile yoktu; öte ucu idare arada uzun bir koridor, orada açık görüşler yapılıyor. Karaböce pencereden bizi görüyor; pencereyi açıp selam veriyor bize. Kilo almış; sigarayı içeriye almıyorlar, biz hesabına elli lira yatırıyoruz; 'abi nasılsın' 'N'olsun gençler çok bunaltıdayım'; malum şarap yok, barajda ava gitmek yok; muhtemelen karaböce hayal kurma olaylarında da baya talimsiz; para da yok; hayat epey zor bir de muhtemelen anlamsız ona göre de. Dövdüğü için ceza aldığı karısıyla açık görüş yerinde, meczup oğlu kapıda, tahliyesi için şu anda gerekli olan sekizyüz lira aslanın ağzında...
Neticede yenge dayak yediğiyle, karaböce hapis yattığıyla, Hatasız da sokaklarda üç ay babasız gezip cezaevi kapısında üşüdükleriyle kalacak.
Ne diyelim, 'Hatasız Kul Olmaz'... Devletimizin ziki sağolsun.

3 Ocak 2011 Pazartesi

taraftar

ufak ufak bir şeyler yazmak istiyorum spor üzerine. bugün bir süredir yazmak istediğim bir girişi yazdım, sizle paylaşmak istedim. doktora yapacaksam spor üzerine bir şeyler yapmak istiyorum galiba.

he bir de; barış ile ev arkadaşı oluyoruz bu haftadan itibaren.

İki ManU, üç B: Bosna-Bursa-Bağdat

1-2 sene önce. Nilüfer Turizm otobüsü ile bir pazar günü Bursa'dan İstanbul'a dönüyorum. Her zamanki gibi 28 numarayı almışım. Otobüsün sağ tarafında, cam kenarındayım. Arkamda orta kapı boşluğu, koltuk yatık gidiyorum, hava güneşli. Yanımda ise esmer bir çocuk ufak bilgisayarını açıyor. İnternete bağlanmaya çalışıyor. Nilüfer Turizm o zamanlar yeni yeni kablosuz internet hizmeti vermeye başlamıştı. Merakla izlerken ilk olarak masaüstü arkaplanındaki Manchester United logosu, sonra da sağ el bileğindeki United bilekliği gözüme çarpıyor. Tipinden çıkarmaya çalışıyorum nereli acaba. Dayanamayıp sordum: “Nerelisin arkadaş? Irak. Ne işin var Bursa'da? Mostar'daki World College da yatılı lise okuyorum. Bursalı bir sınıf arkadaşım misafirliğe çağırdı.” Biz de yatakhaneden Adanalı arkadaşları Bursa'ya çağrır misafir ederdik haftasonları. Irak'a dönmeden önce 2 gün Bursa'da geçirmiş; zaten Mostar'dan Bağdat'a direkt uçuş yok. Geceyi İstanbul'da geçirip ertesi gün Bağdat'a, 3 ay aradan sonra ailesini görmeye uçacak. Özledim diyor, ancak Bağdat çok da tekin yer değil diye cevaplıyor yaşamı sorduğumda; pek evden çıkmıyormuş. Kürdistan'da yaşam normale döndü sayılır diye ekliyor. “Aman genç, kısık sesle konuş”. İsmi de Ahmet, Mehmet gibi bir şeydi, çok tanıdıktı, tam hatırlamıyorum. Kısa konuşabildik, en sevdiği şey Manchester United'mış.

2 Kasım 2010. Bursaspor – Manchester United maçı. Tabii ki Bursa'dayım maç için. 2 hafta öncesinde ise Manchester'daydım. Yine maç için. Saraybosna'dan bir misafirim var, adı Adnan. Benim yaşımda, Saraybosna'da dişçilik okuyor, son sınıfta. Babası da dişçi, ancak Los Angeles'ta yaşarken dişçilik yapamamış. Pizza kuryesi olarak çalışmış ilk gittiğinde. Kapıda bir müşteri sormuş; nerelisin, ne işin var Los Angeles'da? Ben “refrigerator” (buzdolabı) demiş. Halbuki “refugee” (mülteci) demek istemiş. Komik hikaye. Adnan bir Manchester United hayranı. Telefonunda, t-shirt'ünde her yerde o logo. Hatta sonrasında facebook'tan arkadaş olunca gördüm, dini inanç bölmesinde Manchester United yazıyor. Bursa'da aile dostları var, hazır gelip gitmek de kolayken Türkiye'ye, hayranı olduğu takımı canlı izlemek için Bursa'ya gelmiş. Ben de onun ingilizce bilen sporsever yaşıdı ve tur rehberi sayılırım. Adnan daha önce bir kere Guiseppe Meazza'ya gitmiş Inter-United maçını izlemeye, bu ikinci canlı kanlı United tecrübesi; arada ekran yok, bilgisayar yok, cep telefonu yok. Maçtan önce oyuncuları ne kadar yakından görebiliriz acaba diye soruyor, takım otobüsünün stada gelişini izlemeye gidiyoruz. Hedef oyuncularla birlikte fotoğraf çektirmek ama arada barikatlar var. Kaç yıldır maça gidiyorum böyle polis koruması görmedim. Yakında bir tepeye çıkıyoruz, polis barikatının arkasını görüyor burası. Fotoğraf çekmeye çalışıyor Adnan, ama takım otobüsü stat kapısının hemen önünde duruyor ve 10 dakikadan az bir sürede içeri giriyor tüm otobüs. Sonra maça giriyoruz. Maraton'dan biletimiz var, yanyanayız. Sahaya yakınız, United tam önümüzde ısınıyor, Adnan çok mutlu. Bol bol fotoğraf çekiyor. Hatta Vidic'e tri prsta yapmaya niyetleniyor. “Aman abi, çok el kol yapma”; vazgeçiyor. Tabi ingilizce konuşuyoruz, ortak dilimiz, sohbet de çok keyifli. Öndeki adam huylanıyor, devre arasında arkadaşına telefon ediyor, “arkamızda iki tane ingiliz i..ne var, paraları yetmemiş herhalde Manchester tarafında oturmaya.” Halbuki maçtan önce o adamla Türkçe konuşmuş, sigarasını biraz aşağıda tutmasını rica etmiştim. İlk yarıda da arkasını dönmüş, “You understand me?” diye sormuştu. “Usta ben Bursalıyım Türkçe konuşabiliriz” desem de yüksek sesle üstelemişti: “Sen Bursalı olamazsın! Sen Türk olamazsın!” Belgrad'dayken duymuştum, çok sigara içene “Türk gibi içiyorsun” derlermiş. Maçın bitimine 10 dakika kala ise bu sefer Adnan'ın yüzüne atkısıyla vurmaya başlıyor. Araya giriyorum, biraz bağır çağır; hem de Türkçe. Neyse olay büyümüyor. Guiseppe Meazza'da daha fenasını gördüm diyen Adnan ise son derece rahat. Meğer oraya United formasıyla gitmiş, halbuki biz Bursa forması giydirmiştik; iyi ki giydirmişiz.