24 Ekim 2011 Pazartesi

kafanın karışma biçimi üzerine..

1-Bence, Orko'nun öyküsü, bir öykü olmasına rağmen, kurucu bir metin olarak okunabilir. Birinci bölüm, yani metroya kadar olan bölüm, ideolojik arkaplanımızı boyayan cosmopolit istanbul kültürü ile dopdolu. Bence bu çok önemli. Devrimciler (ben böyle diyeceğim izninizle) fiziken, ruhen, ya da kendileri orada olmasalar bile mental olarak, İstiklal'de yaşıyorlar. Yeni bi şey değil mutlaka ama taksim'e çıkmak-istiklal'de gezinmek meselesinin hayatımızda neden bu kadar hayati bir yer işgal ettiğini bir kere daha düşünmek gerekiyor.
Ki Turgut'un, İstiklal, Dolapdere macerasının memnuniyetsizliklerle dopdolu olması, kendini buralarda sorgulaması, ve metinde hissedilen gönülsüzlük, ritmsizlik belki buradan düşünülebilir.
2-Yazının metro'da geçen kısmı, bence daha bir öykü gibi. Mental olarak daha anlaşılır, hissedilir. Gerçek anlamda bir dönem fotoğrafı. Bu bakımdan, ben burayı daha önceki dönemlerle karşılaştırmaya müsait bir metin olarak göreceğim.
3-20.Yüzyıl, modernliğin mucizelerinden çok umutluydu. Tren kalkınma eğrisinin sürekli yükselen çizgisinin üzerine raylarını döşemişti. Ne var ki, iki dünya savaşı, isyanlar, lokal savaşlar, yaşamın ritmi ve her şey kötü gitti. olmadı. Şimdi artık, tren istasyonlarında el sallamanın lirizmi yerini, Matriks üçlemesinden bu yana, metro tünellerinde, tramvayın altında kalınarak ölme epiğine bıraktı.
4-Trene (ya da turgutun binemediği gibi, taksiye) binemeyerek bir yere gidilemiyorsa. Gidilecek bir yer yok demektir. Öyleyse, yani şöyle demek mümkün olur mu ki. Geçmişini bilmeyen toplumların geleceği olmaz; tersine çevirirsek, gelecek yoksa, yaşanmışlıkların anlamı da yoktur (hatırlayınız, Turgut'un ösym'ye hayır mitingi). neo, metroda tıkılı kalmıştır, acaba onu arasattan çıkaracak bir tren gelecek midir?
5-Geçmişle gelecek yoksa, şimdiyi anlamlandırabileceğimiz yer neresidir o zaman? Bence, tıpkı Turgut'un 'hırıltılı sesinde' gördüğümüz gibi, içe dönük yıkımlar ve mutlak bir ızdırap. Ki, bence buradan Kafka'ya bağlanıyoruz. 20.yüzyılın ilk yarısında felsefeye marksistler ve Bertrand Russel gibi yandan yemiş materyalistler yön verdiler. Bir yere gidilecekti, mesele buydu. Kafka ve Benjamin de bu yıllarda yazmış olmalarına rağmen, sinek vızırtısı gibi kaldılar. Oysa modernite onları haklı çıkartmak için elinden geleni yaptı. Ne marksistler, yangın alarmını doğru duyabildiler, ne de babalarımız onlara bir türlü gönderemediğimiz mektupları doğru okuyabildiler. varoluşçular ve yapısalcılar tüm itirazlarına rağmen, trene tapmaya devam ettiler. Şimdi ne tren kaldı, ne ray, ne de yakıt. Taksiye de binemiyoruz. Sonsuzluğun kıyısında heralde bi tek, Kafka okunur. bu dönemin felsefesi ne kadar istemesek de (ya da gönüllü olsak da) bence kafkaesk olmak zorunda.
6-Aydınlanma edebiyatı, Zola-Hugo vb.., eğer kiliseyi mantıklı hale getirirlerse, toplumun kurtulabileceğini düşündüler. Toplumcu gerçekçiler de sermayenin imhasıyla benzer bir şeyin mümkün olacağını düşünüyorlardı. Yani total bir değişim imkanı vardı. Zaten Marks ve Engels de edebiyat üzerine yazdıkları yazılarda, Zola, Hugo, Floubert gibi yazarların gerçekçiliğini takdirle anmışlardı hep. Sovyet edebiyatı, gorki vb.. de bu yoldan ilerledi. 12 Eylül'e kadar, bunlar birlikte okundu, ne var ki 12 eylül'den sonra, 12 eylül öncesinde marjinal kalan, terörizm kitapları, Sabırsızlık Zamanı, Dostoyevski'nin Ecinnileri, bireysel kahramanlık hikayeleri, teşkilatların best sellerı oldu. Bunun kadro tipolojisiyle bir alakası vardı aslında. Belli bir erginliğe erişince, her devrimci, davası için şehit düşecek. "madem ki biz partizanız/zincirin ilk halkasıyız/erken öleceğiz seninle biz". Fakat, kelleyi bedavaya vermeyecek, gitmeden önce ya da giderken, kendisiyle birlikte mümkün mertebe kenefi musalla taşına yatıracak. Turgut'tan önce, zaten toplumu bırakmıştık, artık kendimiz vardık. Fakat, Turgut'ta görüyoruz ki, Turgut aslında bir serdengeçti, lakin yalnız ölüyor, üstelik (bir kere daha söylemek de zarar yok) gayet kafkaesk ve üçüncü sayfaya konu olacak bir ölüm.
7-Peki, Turgut neden böyle ölmeyi seçmiştir. Rus nihilistlerinden kafkaya bir yol var mı?
8-Bana var gibi geliyor. Ve böyle bir şey mümkünse, hakikat ile mutlak doğru arasındaki çarpışmadan çıkacak gibi görünüyo.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Eve Dönmeden: Turgut'un Evsiz İdealleri



Kafası rahat olmayanlara diye başlıyoruz Turgut'un hergününe damga vuran bu işten eve, ofisten odasına dönme ızdırabına. Üniversite yeni bitmiş, anılar hâlâ taze, yüzeye yakın. 'İşte ben buradayım', 'arkadaşlık, siyaset, sanat ne ararsan burada buldum' diyebildiği anda üniversite bitmiş. Belirsizlikler... nereye doğru nasıl yol alınacağı artık garantide değil. Ofisinin yer aldığı Tarlabaşı’ndaki ilk karşılaşmada da muhtemelen bundan bir önceki en yoğun belirsizlik anı yüzeye çıkıyor; ÖSS ve liseden ayrılıp üniversiteye başlamak. Birden hatırladığı Hatun Abla'nın ÖSS'ye giren oğlu, ki ismini bile hatırlayamıyor, tam da Turgut'un kendi belirsizliğine vereceği bir cevabı olmadığı için kendi hayatının belirsiz anlarının hatırlatıcısı olarak çıkıyor karşımıza. Nitekim 6 sene öncesinin ÖSS'ye Hayır yürüyüşündeki yersizlik, üniversiteye yerleşmemiş olmanın benzer hisleri bir flashback ile anlatılıyor: "Şimdi kimle yürüyeceğimizi biliyoruz sanki?"

İşte buradan sonra Turgut, eve dönme fantezisiyle odasına gitmek istememek ile Beyoğlu'nun karmaşık, fırtınalı sosyal atmosferiyle ilişki kurmak arasında bir kavga başlıyor. Burada eve dönmek bir kaçış fantezisini; gideceği ve yalnız kalacağı odası Turgut'a bir yandan yalıtılacağı bir fiili odayı bir yandan geri dönmek istediği hayali huzuru hatırlatıyor. Tam da Beyoğlu'nun kentsel dönüşümüne muhalefet etmekle suç ortaklığı yapmak arasında saf ve masum kalamadığını farkettiğinde en kısa yoldan; mümkünse yalnız kalabileceği taksiyle, bekleme yapmadan, trafikten kaçarak odasına dönme arzusuyla doluyor. Belki de taksiciyle kuracağı yakın sohbet onu rahatlatacak. Kendi suçluluğunu da eski solcu patron Ulaş Bey'de kişileştiriyor; işte orada suçluluk abidesi bir solcu patron; idealler yerini korkulu kabuslara bırakıyor. Suçlulukla yüzleşmenin karşısında odasına, duvarında kendini evde hissettiği dönemden kalma Mecidiyeköy Ahali Hatırası posterine kaçıyor Turgut'un zihin akışı. Hatta "çirkin bakışlarını kadınlardan alamayan dayı ile aynı günahı paylaştığını" farkettiğinde, bırak taksiyi, odasına ışınlanmak istiyor zaman-uzamın tüm fiili sınırlarından koparak.

Sosyal yalıtılmışlıkla mücadelenin tek yolunu fiili gerçekliği olmayan bir hayali eve dönmek yanılgısıyla eş tuttuğunda Turgut'un açmazı iyice belirginleşiyor. Tabi öykünün trajik devamında bu hayalin yaklaşıldıkça kabuslaşan gerçekliğini görüyoruz zira Turgut odasında tecrit olmanın huzurlu olmadığını da biliyor. Odasına her dönmek istediğinde bir şeyler onu alıkoyuyor, mecbur kaldığı odaya dönüş yolu her adımda daha korkunçlaşıyor. Kafasındaki sesler giderek yükseliyor. Tam da kafasındaki seslerden kaçmak için müzikçaları kulağına taktığında anlıyoruz neden zorlandığını; dinlenecek o kadar çok müzik var ki "shuffle rules", o kadar kitap var ki bir tane bile seçilip okunamıyor. Birlikte-varolabileceği bir yapı yok Turgut için; ortak metinler, paylaşılan müzikler yok. Fiziksel olarak odasına dönüp yalnız kalsa bile, bu yalnızlığını paylaşabileceği simgesel bir çatısı yok Turgut'un.

Bir yandan yalnızlığı yalıtılmışlıktan farklı kılacak bir çatının eksikliği, bir yandan da Beyoğlu'nun çoğulluğu içinde mücadele edeceği bir birlikteliği, dalgalı denizde denizcilik yapabilecek bir takanın yokluğu. Ne odasına dönebiliyor Turgut, ne de Beyoğlu'nda kalabiliyor. Ara-mekânda huzursuzlaşıyor gitgide. Gözün gözü görmediği bu karmaşa içinde Turgut kendine bir yer açmak yerine, ona halihazırda verilmiş olan fiziksel mekâna; odasına gitmek zorunda. Yarın iş var ve iş-dışı dünya ona ümit verecek bir yapıdan yoksun.

İstanbul'un beyaz yakalı sıradanlığına hapsolup karada kalmak, denize açılıp açılmama tereddütleri ile açık denizlerde geçen idealist öğrencilik yılları arasındaki uçurum fazla büyük; halbuki okunacak kitaplar, dinlenlecek müzikler, yapılacak devrimler vardı. Bunlar öğrencilikte kaldı diyip geçmek bir seçenek değil; vazgeçilemeyecek kadar hakiki ideallerdi bunlar. Fakat bu idealler üniversitenin bitimiyle çatısız kaldı. Ne iş yerinde, ne de gece uyumaya dönülen o odada yaşam bulabilir; o ideallere bir sığınak yaratamayan Turgut, günahlardan arınmış huzurlu bir eve dönme fantezisi ile odasına dönmeye direnmesi arasında sıkışıyor. İş yerinin ızdırabını herkes ile paylaşan Turgut, iş dışı hayatına da idealleriyle sığınabileceği bir yer bulamadığında işin, zorunlulukların ızdırabı tüm hayatına yayılıyor. Onlardan kaçmanın ya da onlara direnmenin gerçek ihtimalleri birer birer daha da uzaklaşıyor. İdealler açıkta, sığınaksız kaldığında dönüp Turgut'a saplanıyor.

Peki geriye, geride kalmış huzurlu bir eve dönmek mümkün mü? Üniversiteden hiç ayrılmasa mıydı? İdealizmin, masumiyetin mekanlarını terk edip suçluluğun, mecburiyetlerin dünyasına girmek ızdıraplı olsa da, odasındaki yalıtılmışlığa veya geçmişte kalan o huzurlu eve dönmeden idealleri sürdürmek neden mümkün olmasın. Bir-aradalığı keşfeden, düşünsel ve edimsel, ideal ve maddi alanlar açacak bir yapı kurmak,  anne-babanın, üniversitenin koruyucu duvarlarından çıkıp, geçirgen duvarlarla örülü yeni bir sığınak yaratmak; kolektifliği kurmak, yalıtılmışlığa karşı koymak gerekiyor. Kurulacak bu ara-mekânda masum kalmak imkânsız, kafalar artık hiç rahat olmayacak. Ufuksuzlukta çıkılan belirsiz ve mütevazi bir yol; ama ufak da olsa küçük bir takayı birlikte inşa etmek, içine atlayıp yol almak lazım. İşte Turgut'un kafasını rahat bırakmayan idealler, paylaşıldığı, dışsallaştığı takdirde kurulacak yapının tahtaları, çivileri olacak. Yaşadığı ızdıraplı zihin akışı da ancak öteki zihinlerle bir-aradalığını keşfederse hayallerden çıkacak maddi dünyada karşılığını kuracak. Eve dönüşün imkansızlığını tanımak, yeni bir sığınak kurarak bu imkansızlığı yeni ihtimallere yorarak aşmak gerek.

Kurulacak yapı eldeki malzemeye göre. Belki ufak bir taka inşa edilecek işbirliği ile. Deniz çok dalgalı, ufuk muğlak, açık deniz fırkateynlerle dolu olabilir. İdealleri maddi hayatla çelişen Turgut ise karada durmuş, açık denizdeki fırkateynlerle hayali kavgalar ediyor. Subaya atmak istediği omuzu ancak cansız turnikeye atıyor zira taksiye binip dönüş yolunun sıkıcı sahnelerinden kurtulamadığında yine o son metroya mecbur kalıyor. Mecburiyet iyice çığrından çıkarır onu çünkü ideal dünya zorunlulukarı tanımaz; mecburiyetlerin zihinde ağırlaştığı anda o metro turnikesi kocaman bir duvara dönüşür imgesel düyasında. Zorunludur yaşamak, sıradan zorunluluklarla doludur, fakat Turgut sıradan yaşamak istemiyordur o anda; gazeteye en kısa yoldan, trajik ölüm hikayesi ile üçüncü sayfadan girmiştir. Belki de muktedir fırkateynleri patlatan epik bir canlı bomba hayal etmektedir; tam da yetişemediği epik ideal, bombayı Turgut'un elinde, metro altında kalarak ölümünde patlatır. Eve dönüşün imkânsızlığı ile eve dönmeden yaşamayı öğrenmemiş olmak arasında kalınca, tek çare kendini yok etmektir. Kendini hayali bir şüpheli bombacı karakterine büründürür ve terörizm karşıtı uygulamalara yem olur. O uygulamalara karşı yaşama ihtimali ebediyen son bulmuştur.

Can Evren




18 Ekim 2011 Salı

ölüm Üzerine -I-


Mevsimlerin değiştiğini, insanlar nasıl fark eder acaba? Her zaman bunu merak etmişimdir. Bana göre, önce kokular değişir. Bir de sesler. Yazın, taşrada, havada inanılmaz zengin bir aroma vardır. Rüzgar, kızaran bostanların, kavunların, kokusunu, boklu derelerin üzerinde gezdirdikten sonra, ilkbaharın son günlerinde bilmem nerelere sinmiş olan iğde çiğdemlerinin kokusunu gizlendiği yerden çıkartarak, saman tozlarının ve içi alınmış nohut çiçeklerinin kuru kabuklarından sızan iyot kokusuna ekler. Ne var ki, bu zenginlik, anason hasadına kadar sürer. Sonrası malum, bütün kokular, anason kokusuna yenik düşer ve bütün kasaba ağustos ayından sonra, akşamdan kullanılmış rakı bardağı gibi kokmaya başlar... Kışın kokusu yoktur. Güz ise çürümüş samraların, gübrelerin kokusu ve bıçkı motorlarının amansız sesleriyle birlikte gelir. Güzün de aslında pek kokusu yoktur, (küsbe ve çürümüş samraları saymazsak) havalar birden soğuduğu için, sabah yeli de soğur ve burundan çekilen nefes beyne doğru yol alırken, bütün dokuları üşütür. Bu olayın bir kokusu yoktur belki ama tuhaf bir duygusu vardır. İşgören parmaklar burun delikleri, kulak kepçeleri ve el üstleri hafiften çatlamaya başlamıştır, tıpkı , bir köşede buralanan rüzgarın köşeye sıkıştırdığı ve bir süre sonra zamanın tozlarına eklenecek olan asma yaprağının dokusu ve tıngırtılı sesi gibi kırılgandır artık ten. İşte gene böyle bir serinlik, böyle bir rüzgar, böyle bir yaprak ve böyle sepya renkli ışıklar saçan bir eylül sabahında; Kepi İsmail'in oğlu ölmüş denildi. Oğlanın ağır yaralı olduğundan haberdardık, hatta, akşamdan abisini arayıp, durumu hakkında bilgi almıştık. Neticede sabaha çıkmak nasip olmamış. Üç derin bıçak yarası, altı - yedi tane çizik kabilinden boğuşma izi.
Bunda iki yıl önce köyün en fakir ailelerinden birisinin 15-16 yaşlarındaki kızlarının hamile olduğu duyuldu. Kız biraz safça, samıt (lâl) bir kız. Muhtemelen bir sürü erkek onu kaldığı özürlüler okulunda istismar etmişlerdi. Buralarda da bu olay bir şekilde duyulmuş, ve muhtemelen bazı ergenler, buluğ arzularını bu kızcağızın üzerinde deneyimlemişlerdi. Kızın komşularından bir kısım ergen, karakola alındı sigâya çekildi. Kız içlerinden birisini 'bebeğin babası olarak' teşhis etti. Sonra teşhis edilen oğlan da reşit olmadığından ve aile de asla bu gayr-ı meşru çocuğu kabul etmeyeceklerini duyurduklarından, oğlan bir süre tutuklu kaldı ama ilk DNA raporlarında suçsuz çıktığı için, serbest bırakıldı. Malum küçük yer, oğlanın başı belaya girmesin diye, Antalya'ya kaçırdılar, bir atölyeye çırak olarak soktular. Kepi'nin oğlu işte, son gününde gene bu atölyeye gitti, öğleye kadar çalıştı, öğle yemeğini yedi. Öğleden sonra, saat 3'teki çay molasına kadar tekrardan çalıştı.Dükkandaki kamera, onu en son katiliyle birlikte çay içerken, mola masasında kayıt etti. Birlikte kalkıp, alt kattaki işliğe indiler ve aşağıda ne yaşandı bilinmiyor. Lakin, katil iki gün sonra teslim oldu. Bıçağı teslim etti, 'anama-avradıma küfür ettiği için vurdum onu' (o da 17 yaşında ve bekar bi oğlan çocuğu) demiş teslim olduktan sonra.
Haber geldikten sonra, haliyle cenaze evini ziyarete gittik. Daha cenaze yok, otopsi için adliye ekibi bekleniyo; günlerden cumartesi, otopsi için bekleyen onlarca cenaze varmış. Neyse ki, maktulün akrabalarından birisi, hastanede odacı mı ne, 'çok şükür' onun sayesinde, Kepi'nin oğlunun otopsisi öne alınmış. Defin, öğle ile ikindi arasına yetişebilecekmiş....
Eskiden, köyde cenaze olunca, komşular, yabandan gelenler aç kalmasın, acılı ailede bu işlerle uğraşmasın diye, cenaze evine siniyle yemek taşırdı. Mesela annemin standart bi menüsü vardı. Şehriye çorba, patates kızartma, yoğurt, salata bi de artık o gün evde yenecek ne varsa... Bir de sinideki yemek kaç kişilikse o kadar da kaşık. Bu yüzden, bizim kaşıklar, çatallar hep boyalı olurdu. Annem 'bellik' derdi...Artık böyle bir şey yok. Aile, yemek meselesini de çözmek zorunda malum 'laf' olur. Bu da herhalde modernliğin feodal görünümlerinden birisi daha. Evin önünde bir temele yaslandık, bir yandan bunları düşünüyorum bir yandan, ailenin bundan sonraki yaşamı nasıl olur onu tartıyorum kendimce. Aile yoksul, baba kanser, ortan oğlan meczup, büyük oğlan kasap, küçük oğlan ise maktul, otopsi sırası bekliyo. Erkekler, tedirgin tedirgin oturuyo. Kadınlarsa, herhangi bir beşerin hançeresine sığmayacak çığlıklarla ağlaşıyorlar. Her gelen olduğunda, hıçkırıklara boğulmuş, sönümlenmeye yüz tutmuş yas, yeniden alevleniyor, 'bakamadık mı sana, köpekler gibi attık mı seni, sana damat elbiseleri alacaktık, gücenme oğlum bize, küsme e mi..' hıçkırıklar, öğürmeler arasında bir kere daha başa sarılıyor.
Sanayi tipi ocaklar komşunun bahçesine kurulmuş, kazanların altı harıl harıl yanıyor, bir yanda yaslar tütüyor, bir yanda şehriyesi tereyağıyla kızartılmış pilav buram buram kokuyor, rüzgar kuru bi asma yaprağını yakasından tutmuş, yaprağı bir köşeye sıkıştırmış bırakmıyor... Tıpkı ailenin yakasına yapışan fakirlik gibi, silkeledikçe silkeliyor yaprağı... Onları yoksulluğun yakasından, ölüm gibi (hele ki genç ölümü gibi) mutlak bir duygu bile kurtaramıyor. Mahallenin kadınları ve yakın akrabaları saymazsan, pek gelen giden yok... Burada ne siyasetçilerin rıza devşirmek için arz-ı endam etmesine, ne de tüccarların bağlantıyı korumak ya da geliştirmek için görünür olmasına gerek var.
Hülasa cenaze geldi, namazına yetişemedik ama, cenazesine katıldım ben, çok kalabalıktı, ilk defa bizim köyde bi cenaze omuzda değil, arabayla götürüldü. Otopsiden ve yaralardan dolayı dediler. Sonra Enver Hoca, ki bizim imam nikahını kıyan, çocukluğumuzda bize elif-ba öğreten imamdır, o inanılmaz duygulu sesiyle yeri göğü titreten duasını etti. Ardından elham okundu, cemaat dağılırken, mezara üç avuç toprak attı, kapıdan tek sıra merhumun yakın akrabalarıyla helalleşilerek geçildi. Geride Enver hoca, merhum ve aralarındaki talkın kaldı.
Olayın arka planını abisine sordum sonra, inek kestiğimiz bi günde, aralarında ne geçtiği tam olarak bilinmiyomuş katille; olaydan bir gün önce ikinci dna sonucu gelmiş ve oğlan kesin olarak temiz çıkmış komşu kızı meselesinden ve oğlan öldürüldüğü günün kuşluk vakti, adadıkları adağı kesmişler meğer 'ne yapsak olmadı' diyor. Ameliyat esnasında 70 üniteden fazla kan vermişler, her şey olmuş ama karaciğerin ardında bir bağ varmış orayı çözememiş doktorlar, abisi ameliyat çıkışı kardeşini görmüş, yüzü bembayazdı abi bir de gözünde bi damla yaş vardı diyor. bu içine çok oturmuştu bir de naaş geldiğinde çocuğun yüzünü anasına babasına göstermemişler, gene otopsiden dolayı, diyo ki 'anam babam, konu komşu, bizim oğlanı güzel hatırlasınlar istedik...'
Ben, rahmetliden çok hoşlanmazdım, yalan değil, en son iki ay kadar önce bizim yeni mekanın arkasından bostana doğru yürürken, onu bi motosikletin üzerinde görmüştüm, saçlarını özenle taramış, jöleleyip parlatmıştı, üzerinde beyaz bi tişört, bir de kot-mont takım vardı; öğle güneşi derler ya resmen parlatmıştı oğlanı.... İlk bakışta bilemedim, herhalde, istanbul'a geldiğimden beri görmemiştim, ne kadar değişse de, siması aynı. Tanıdım sonra, içimden 'it herif, yakışıklı olmuş, tabii bu yakışıklılıkla elin gariban kızının başını yaktı..' diye düşünüp, yüz çevirdim, tanımazlıktan gelip, selam vermeden yürüdüm. O da beni tanıdı, elbette neler düşündüğümü tahmin etti, 'çok da sikimdeydi' dercesine motoru gazlayıp, hafifte kazıtarak lastikleri, bastı gitti...
komşu kızıyla aralarında ne geçti, bilen yok. Belki de kız oğlanın yakışıklılığından dolayı, karnındaki talihsize baba olarak onu seçti, zaten de bir arada büyümemişler miydi? Sonuçta, ben de, bütün köyde çocuğun hakkını yemiş olduk.Helalleşmek, divana kaldı; şimdi ailenin onunla ilgili son arzusuna boyun eğip, onu o motorun üstündeki bıçkın, ergen, parıltılı ve yakışıklı haliyle hatırlayacağız...

10 Ekim 2011 Pazartesi

aaa, naaber yaa?


Bi kısmınız biliyosunuz, dertliyim buraya geldiğimden beri. Buraya da dert yazasım gelmedi, hiç yazmadım. Ama bugün, gece 12'de girip 2'de çıktığım
Butler Library denen devasa ve çok güzel aydınlatılan yapıdan çıkınca şöyle bi arkama baktım ve tuhaf bişey oldu, böyle bi içim titredi... O binaya "ah ulan böyle kütüphane İstanbul'da olaydı hepimiz burda yaşardık" demeden ilk kez baktığımı fark ettim.

Bina kendi başına ihtişamlı bi bina, çok büyük, çok görkemli. Bi de bu lüksün sadece içinde kitap ve öğrenci tutmaya yaradığını bilmek çok acayip.


Bu kütüphane evimden 50 mt. ötede bulunuyor ve içinde 2 milyon kitap var, bunu bilince insan bi gidip geliyo öte tarafa. E hadi diyelim ben de dört gündür evden hiç çıkmamıştım, ilk gördüğüm binaya yazmamda da bi tuhaflık yok. Ama daha önce de bu şartlar vardı, hiç de böyle bakmadıydım bu binaya, ne değişti bilmiyorum.

Ama yine de bi başka türlü hissettim. Hani yıllardır tanıdığın arkadaşının yanında çok güzel bi manita görünce, şöyle bi daha bi bakarsın ya arkadaşına, "ulan sende bi numara vardı hakkaten, neydi?" dersin ya kendi kendine, öyle işte...