Kafası rahat olmayanlara diye başlıyoruz Turgut'un hergününe damga vuran
bu işten eve, ofisten odasına dönme ızdırabına. Üniversite yeni bitmiş, anılar
hâlâ taze, yüzeye yakın. 'İşte ben buradayım', 'arkadaşlık, siyaset, sanat ne
ararsan burada buldum' diyebildiği anda üniversite bitmiş. Belirsizlikler...
nereye doğru nasıl yol alınacağı artık garantide değil. Ofisinin yer aldığı
Tarlabaşı’ndaki ilk karşılaşmada da muhtemelen bundan bir önceki en yoğun
belirsizlik anı yüzeye çıkıyor; ÖSS ve liseden ayrılıp üniversiteye başlamak.
Birden hatırladığı Hatun Abla'nın ÖSS'ye giren oğlu, ki ismini bile
hatırlayamıyor, tam da Turgut'un kendi belirsizliğine vereceği bir cevabı
olmadığı için kendi hayatının belirsiz anlarının hatırlatıcısı olarak çıkıyor
karşımıza. Nitekim 6 sene öncesinin ÖSS'ye Hayır yürüyüşündeki yersizlik,
üniversiteye yerleşmemiş olmanın benzer hisleri bir flashback ile anlatılıyor:
"Şimdi kimle yürüyeceğimizi biliyoruz sanki?"
İşte buradan sonra Turgut, eve dönme fantezisiyle odasına gitmek
istememek ile Beyoğlu'nun karmaşık, fırtınalı sosyal atmosferiyle ilişki kurmak
arasında bir kavga başlıyor. Burada eve dönmek bir kaçış fantezisini; gideceği
ve yalnız kalacağı odası Turgut'a bir yandan yalıtılacağı bir fiili odayı bir
yandan geri dönmek istediği hayali huzuru hatırlatıyor. Tam da Beyoğlu'nun
kentsel dönüşümüne muhalefet etmekle suç ortaklığı yapmak arasında saf ve masum
kalamadığını farkettiğinde en kısa yoldan; mümkünse yalnız kalabileceği
taksiyle, bekleme yapmadan, trafikten kaçarak odasına dönme arzusuyla doluyor.
Belki de taksiciyle kuracağı yakın sohbet onu rahatlatacak. Kendi suçluluğunu
da eski solcu patron Ulaş Bey'de kişileştiriyor; işte orada suçluluk abidesi
bir solcu patron; idealler yerini korkulu kabuslara bırakıyor. Suçlulukla
yüzleşmenin karşısında odasına, duvarında kendini evde hissettiği dönemden
kalma Mecidiyeköy Ahali Hatırası posterine kaçıyor Turgut'un zihin akışı. Hatta
"çirkin bakışlarını kadınlardan alamayan dayı ile aynı günahı
paylaştığını" farkettiğinde, bırak taksiyi, odasına ışınlanmak istiyor
zaman-uzamın tüm fiili sınırlarından koparak.
Sosyal yalıtılmışlıkla mücadelenin tek yolunu fiili gerçekliği olmayan
bir hayali eve dönmek yanılgısıyla eş tuttuğunda Turgut'un açmazı iyice
belirginleşiyor. Tabi öykünün trajik devamında bu hayalin yaklaşıldıkça
kabuslaşan gerçekliğini görüyoruz zira Turgut odasında tecrit olmanın huzurlu
olmadığını da biliyor. Odasına her dönmek istediğinde bir şeyler onu
alıkoyuyor, mecbur kaldığı odaya dönüş yolu her adımda daha korkunçlaşıyor.
Kafasındaki sesler giderek yükseliyor. Tam da kafasındaki seslerden kaçmak için
müzikçaları kulağına taktığında anlıyoruz neden zorlandığını; dinlenecek o
kadar çok müzik var ki "shuffle rules", o kadar kitap var ki
bir tane bile seçilip okunamıyor. Birlikte-varolabileceği bir yapı yok Turgut
için; ortak metinler, paylaşılan müzikler yok. Fiziksel olarak odasına dönüp
yalnız kalsa bile, bu yalnızlığını paylaşabileceği simgesel bir çatısı yok
Turgut'un.
Bir yandan yalnızlığı yalıtılmışlıktan farklı kılacak bir çatının
eksikliği, bir yandan da Beyoğlu'nun çoğulluğu içinde mücadele edeceği bir
birlikteliği, dalgalı denizde denizcilik yapabilecek bir takanın yokluğu. Ne
odasına dönebiliyor Turgut, ne de Beyoğlu'nda kalabiliyor. Ara-mekânda
huzursuzlaşıyor gitgide. Gözün gözü görmediği bu karmaşa içinde Turgut kendine
bir yer açmak yerine, ona halihazırda verilmiş olan fiziksel mekâna; odasına gitmek zorunda. Yarın iş var ve iş-dışı dünya ona ümit
verecek bir yapıdan yoksun.
İstanbul'un beyaz yakalı sıradanlığına hapsolup karada kalmak, denize
açılıp açılmama tereddütleri ile açık denizlerde geçen idealist öğrencilik
yılları arasındaki uçurum fazla büyük; halbuki okunacak kitaplar, dinlenlecek
müzikler, yapılacak devrimler vardı. Bunlar öğrencilikte kaldı diyip geçmek bir
seçenek değil; vazgeçilemeyecek kadar hakiki ideallerdi bunlar. Fakat bu
idealler üniversitenin bitimiyle çatısız kaldı. Ne iş yerinde, ne de gece
uyumaya dönülen o odada yaşam bulabilir; o ideallere bir sığınak yaratamayan
Turgut, günahlardan arınmış huzurlu bir eve dönme fantezisi ile odasına dönmeye
direnmesi arasında sıkışıyor. İş yerinin ızdırabını herkes ile paylaşan Turgut,
iş dışı hayatına da idealleriyle sığınabileceği bir yer bulamadığında işin,
zorunlulukların ızdırabı tüm hayatına yayılıyor. Onlardan kaçmanın ya da onlara
direnmenin gerçek ihtimalleri birer birer daha da uzaklaşıyor. İdealler
açıkta, sığınaksız kaldığında dönüp Turgut'a saplanıyor.
Peki geriye, geride kalmış huzurlu bir eve dönmek mümkün
mü? Üniversiteden hiç ayrılmasa mıydı? İdealizmin, masumiyetin mekanlarını terk
edip suçluluğun, mecburiyetlerin dünyasına girmek ızdıraplı olsa da, odasındaki
yalıtılmışlığa veya geçmişte kalan o huzurlu eve dönmeden idealleri sürdürmek neden
mümkün olmasın. Bir-aradalığı keşfeden, düşünsel ve edimsel, ideal ve maddi
alanlar açacak bir yapı kurmak, anne-babanın,
üniversitenin koruyucu duvarlarından çıkıp, geçirgen duvarlarla örülü yeni bir
sığınak yaratmak; kolektifliği kurmak, yalıtılmışlığa karşı koymak gerekiyor.
Kurulacak bu ara-mekânda masum kalmak imkânsız, kafalar artık hiç rahat
olmayacak. Ufuksuzlukta çıkılan belirsiz ve mütevazi bir yol; ama ufak da olsa
küçük bir takayı birlikte inşa etmek, içine atlayıp yol almak lazım. İşte Turgut'un
kafasını rahat bırakmayan idealler, paylaşıldığı, dışsallaştığı takdirde
kurulacak yapının tahtaları, çivileri olacak. Yaşadığı ızdıraplı zihin akışı da
ancak öteki zihinlerle bir-aradalığını keşfederse hayallerden çıkacak maddi
dünyada karşılığını kuracak. Eve dönüşün imkansızlığını tanımak, yeni bir
sığınak kurarak bu imkansızlığı yeni ihtimallere yorarak aşmak gerek.
Kurulacak yapı eldeki malzemeye göre. Belki ufak bir taka inşa edilecek
işbirliği ile. Deniz çok dalgalı, ufuk muğlak, açık deniz fırkateynlerle dolu
olabilir. İdealleri maddi hayatla çelişen Turgut ise karada durmuş, açık
denizdeki fırkateynlerle hayali kavgalar ediyor. Subaya atmak istediği omuzu
ancak cansız turnikeye atıyor zira taksiye binip dönüş yolunun sıkıcı
sahnelerinden kurtulamadığında yine o son metroya mecbur kalıyor. Mecburiyet
iyice çığrından çıkarır onu çünkü ideal dünya zorunlulukarı tanımaz;
mecburiyetlerin zihinde ağırlaştığı anda o metro turnikesi kocaman bir duvara
dönüşür imgesel düyasında. Zorunludur yaşamak, sıradan zorunluluklarla doludur,
fakat Turgut sıradan yaşamak istemiyordur o anda; gazeteye en kısa yoldan,
trajik ölüm hikayesi ile üçüncü sayfadan girmiştir. Belki de muktedir
fırkateynleri patlatan epik bir canlı bomba hayal etmektedir; tam da yetişemediği
epik ideal, bombayı Turgut'un elinde, metro altında kalarak ölümünde patlatır.
Eve dönüşün imkânsızlığı ile eve dönmeden yaşamayı öğrenmemiş olmak arasında
kalınca, tek çare kendini yok etmektir. Kendini hayali bir şüpheli bombacı
karakterine büründürür ve terörizm karşıtı uygulamalara yem olur. O
uygulamalara karşı yaşama ihtimali ebediyen son bulmuştur.
Can Evren
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder