26 Aralık 2010 Pazar
ÖLÜM, CESARET, SANAT, ŞİİR VE DAHA NELER NELER
1- Buna ben de başından beri inanırdım. Her edimde saldırgan bir şey vardır, bir şeyi bitirmek, onu öldürmektir.
2- “Biz bir şairi şiir yazsın için ölümle korkuturuz dom!” Ece Ayhan
Yazmak, öldürmektir bir yandan da, sözü öldürmektir, söyleneceklerin geçiciliğini ve akıcılığını öldürerek, kalıcı olmaya doğru teşvik etmektir. Bir şiir bitti demek, ondan ayrılmanın zamanın geldiğini kabul etmektir bir yandan da. Ve bir şiir için bitti demek, çok da cesaret isteyen bir harekettir, şiirin kimsenin bilmediği fakat şairin sonsuz hakkı bulunduğu halinden, şiiri şiir yapan görünürlük unsuruna geçmesine ve şairin şiir üzerindeki hakkının kısıtlanmasına denk düşer (evet, dolayısıyla, ilk dönemki şiirlerimi reddediyorum demek falan, hikayedir, boş laftır. Ayrıca derim ki, madem bu kadar meraklıydın kendini reddetmeye, adını değiştirseydin, yeni bir isimle merhaba deseydin kariyerine.)
Bu blog da benzer bir iş görmekte aslında benim için. Artık, eski söz söyleme alanlarının eksildiğini kabul etmenin edimi bu blog’a yazmak bir yandan da; ama bir yandan da yeni söz söyleme alanları geliştirmek, ama daha da önemlisi, söz söylemeye, dinlemeye, duymaya ve anlatmaya yönelik bir inancın da yaşadığını göstermek için bir edim buraya yazmak, benim için.
Bitirirken, şiiri de tekrar okudum, oradan bir gönderme bir şaka yapayım dedim, hepsi de çok zorlama geldi bana dedim boş ver. Ama şu söz de hatırlanası değil mi: “Sen insanoğlu öperek mi ele verirsin?”
(oldu olacak bu şiir -mektup nadajlıdır dom- tezini bitirmeye çalışan yüce gönüllere gelsin)
12 Aralık 2010 Pazar
Tanrı zar atar mı? Atmaz mı?
Kuantum teorisine göre bize 'doğal' yollarla (insan algısıyla) ulaşılır olan fenomenolojik dünyanın işleyişini açıklayan kesinlik (bilardo oyununda topa aynı doğrultuda, aynı güçte vurunca topun hep aynı yere, aynı hızla çarpmasındaki kesinlik) atomların dünyasına indiğimizde işlemez olur. Artık bir elektronu başka bir elektronla çarpıştırdığımızda hep aynı sonucu elde edemeyiz. Bunun yerine olasılıklar vardır elimizde. Elektronların çarpışmadan sonra nerelere gidebileceğinin farklı yüzdelerde olasılıkları vardır. Yeni teoride matematiksel kesinliğin kaybolmadığını hatırlatmakta yarar var. Kesinliğini kaybeden, şeylerin nedenselliği diyebiliriz belki: 'A'yı yaparsam B olacak', 'A'yı yaparsam B olabilir, daha düşük ihtimallerle C ve D de olabilir' haline gelmiştir.
Einstein, evrenin temelindeki işleyişin olasılıklara dayanması fikrinden hiç hoşlanmaz. İnsanın, bir'in bir parçası olarak, işleyişin tamamına muktedir olmadığını bilir. Ancak işleyişin kendisinin belirsiz olmadığına inanır. Bir yandan kuantum teorisi türlü deneylerden alnının akıyla çıkarak şanına şan katmaktadır. Ancak Einstein'a göre kuantum teorisi gerçekliğin temelini açıklamaz, sadece doğru hesaplama yapmayı sağlayan bir yöntemdir. Onun bu teoriye bakışı, sonradan üç ana kola ayrılabilecek kuantum fiziği yorumlarından birine dahil edilir. (Diğer yorumları başka bir zamana bırakalım) Gizli değişken (Hidden variable) diye adlandırılan bu yoruma göre kuantum fiziğinin de daha temelinde deterministik bir işleyiş gizlidir. Bizim varlığından bile haberdar olmadığımız gizli değişkenler vardır. Onları bilsek, aslında olasılık sandığımız şeyler bir kesinliğe dönüşür. Klasik fizik kullanarak bilardo toplarının nasıl dağılacağını hesaplayabildiğimiz gibi, bahsi geçen gizli değişkenleri içeren ve kuantum teorisinin daha derininde işleyen bir teoriyle elektronların nasıl dağılacağını da hesaplayabiliriz. Kuantum teorisi iyidir, hoştur, ama fiziksel gerçekliğin en temelinde durmaz. Olasılıklar bizim bilgi (ve belki de zihinsel kapasite) eksikliğimiz yüzünden vardır.

Bütün bu hikayeden çıkarılacak ders nedir peki? Her işin altında beklenmedik işleyişler bulmak mümkündür. Gördüğünüze inanmayın. Ee? Biz bunu zaten biliyorduk...
Ek (5 Haz. 2011): Kuantum teorisinin deney sonuçlarıyla karşılaştırıldığında yadsınamaz doğrulukta tahminler verebilmesi bir yana, teorinin temellerinde (belki daha felsefi denilebilecek) bazı tutarlılık sorunları olduğunu düşünen fizikçiler ve felsefeciler de mevcut.
bir ilişkilenme biçimi olarak faşizm
başlığın havalı olduğuna da bakmayın ya; efendi efendi iki kelam ediyorum.
bir ilişkilenme biçimi olarak faşizm
Başbakan’ın rektörlerle yaptığı görüşmeye katılmak isteyen öğrencilere polisin uyguladığı şiddet medyada yankı buldu. Konu, polisin orantısız güç uygulaması ekseninde konuşuluyor olsa da, unutulmaması gereken bir nokta şu ki, aslında ortada anayasal bir hakkın ihlali var: Öğrenciler Çamlıca’da durduruldu. Bilenler bilir, bu anayasal hak, çeşitli zamanlarda, mesela bazı geçtiğimiz yıllardaki 1 Mayıslarda da askıya alınmıştı, gene güvenlik nedenlerinden. Olayla ilgili şunlar bildiriliyor: Gençler “tuvalet izni” bile alamamış (yani öğrenciler aslında öğrencilik yapmaya devam ediyor, malum, üniversitede de olsa, öğrencinin tuvaletini uygun zamanda yapması beklenir); kadın bir öğrenci “ben hamileyim” demesine rağmen şiddet görmüş ve bunun sonucunda bebeğini kaybetmiş.
Bu olay, birçok yazar aracılığıyla köşelere de ulaştı. Polemiğin bini bir para… “Hamileysen gösteride ne işin var” deme hakkını kendinde gören de var, “gençler, kaçıncı yüzyıldayız, biraz yaratıcı eylemler yapın ya” diyen de. CHP genel başkanı ise “sakın şiddete bulaşmayın” diye nasihat etmiş. Bir başka yazar ise “bunlar patolojik” diye buyurmuş. Hüseyin Çelik’in “bu işi meslek edinmiş kadrolu öğrenciler var” yorumu ise, ziyadesiyle “gençler iyi de çevresi kötü”yü anıştırıyor. İlginçtir, kimse sormuyor bu gençlere (ya da birisi sorduysa da, ben de dahil olmak üzere, bu hırgürde kimse duymuyor, ne soruyu ne de cevabı): “Ne oldu”, “nasıl oldu” ve “neden oldu”.
Hatırlarsınız, Amerika’da 18 yaşından küçük iki genç Counter-Strike oynarcasına okulu basıp arkadaşlarını öldürmüştü. “Benim Cici Silahım”da da Michael Moore, Marilyn Manson hayranı olan bu gençlere fırsatı olsaydı ne söyleyeceğini sormuştu sanatçının kendisine. Marilyn Manson’ın cevabı şuydu: “Hiçbir şey. Yalnızca hiç kimsenin yapmadığını yapar ve onları dinlerdim”. (Gerçi sonrasında Radikal bu damarı keşfetti ve öğrencilerle görüştü.)
Gene de altını çizmek istediğim nokta tam olarak bu değil. Ben, eylemci gençlerin polis tarafından acımasızca dövülmesi haberini, geçtiğimiz günlerde gazetelerde yayınlanan başka haberlerle birlikte düşünmek istiyorum. Bir tanesi, uçucu madde kullanan bir gencin, sokak ortasında vurularak öldürülmesi haberi. Bir diğeri, bir din öğretmeninin eşcinsel olduğunun açığa çıkmasıyla beraber yaşadıkları. Ötekiyse, psikiyatrların da içinde bulunduğu bir grubun, devlet bakanının da katıldığı bir sempozyumda, eşcinselliği yeniden hastalık ilan etmeye çalışmaları. Bunlara bir de, siyah beyaz olduğu için Bursaspor taraftarlarınca bir ineğin katledilmesi haberini eklemek gerektiğini düşünüyorum.
Bunların ortak noktası ne diye sorulabilir: Bir bakın, bu haberler hep, öteki olan, görünmez olmaya zorlanan hakkında. Öldürülen uyuşturucu bağımlısı, devlet tarafından sürülen, erkek tarafından şantaj yapılan, hekim tarafından hasta ilan edilen eşcinsel, katledilen inek. Başbakanın seninle ilgili kararlar almaya gittiği toplantıyı protesto ediyorsan, dayak yersin. Uyuşturucu bağımlısı olarak sokaklarda belirirsen, öldürülebilirsin. Eşcinsel olduğun açığa çıkarsa, işinden olursun, ilişkiye zorlanırsın ve doktorun da sana hasta der. İnsan değilsen, zaten yukarıdaki “eğer”ler bile söz konusu değil; zaten varoluşun insanın varoluşu üzerinden tanımlanıyor; bir gün, açlığın değil de öfkenin hedefi olabilirsin.
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’da bahsettiği bir rüyayı hatırlatmak istiyorum. Rus köylülerinin, güçsüz bir kısrağı, kırbaçlayarak ve acı çektirerek öldürdüğü rüyayı. Köylüler, atı kırbaçlarken bundan delicesine keyif alırlar ve kısrağın sahibi ara ara “Mal benim” der. Kitabın katil kahramanı Raskolnikov, buna çocukken şahit olmuştur. Kırbaç hala bizim elimizde. Toplumun ve doğanın güçsüz kesimlerini kırbaçlıyoruz, solcuları, eşcinselleri, uyuşturucu bağımlısı çocukları, hayvanları. Yüzde 1’i geçmeyen oy oranları olan solculara, cinsel kimliklerini en yakınlara dahi açıklayamayan eşcinsellere, her şey reva görülen tinerci çocuklara, dili bile olmayan hayvanlara, hiç kimseden korkmadan vuruyoruz kırbacı: Rövanşın imkansız olduğuna eminiz. Ne kadar eminsek, o kadar güçlü vuruyoruz.
Faşizm, bir yönetim biçiminden öte bir şeydir. İnsanların ilişkilenme biçimidir, dünyayı algılama biçimidir, bir eyleme biçimidir. Ingeborg Bachmann’ın dediği gibi, iki insanın arasında başlar. İnsanlara korku değil, arzu ve haz vaat ederek güçlenir. Bu yaşananlar gösteriyor ki, mesele sadece polisin orantısız güç (artık o ne demekse, onun sınırları neyse) uygulaması meselesi değil. Farklı olana, eğer acıyamıyorsak, onu öldürüyoruz ya da öldürülmesine göz yumuyoruz. Solcu mu, vur beline, zaten patolojik, zaten eski kafalı, zaten haddini bilmez. Uyuşturucu bağımlısı mı, öldür gitsin, ne yapacağı belli olmaz. Eşcinsel mi, ya hasta ya sapık, pardon, hem hasta, hem sapık. Hayvan mı, zaten eti ve sütü için ölecek, ben öfkelendirdim de öldürdüm, ne fark eder. Normun hükümranlığına hoş geldiniz, marjinal çeşitlerimiz fazlasıyla mevcut, çivili sopalardan bir tane almaz mıydınız?
10 Aralık 2010 Cuma
Yine AHMET KAYA
Barış'ın Radikal üzerine düşündüklerinin düşündürdükleri
Hani düşünüyorduk ya acaba Türkiye'ye multiculturalism bizim okulla mı geldi diye, bak şimdi geliştiren ve şahlandıranı da konuşabiliyoruz ne hoş ne hoş. Ama biraz daha nüanslı konuşmak lazım belki, bu yan yana başka başka durma söylemi ulus devletin homojenleştirici söylemiyle aynı şey olmamasına rağmen benzer bir iş görüyor demek daha doğru olabilir.
Bi de multi-culti olayını kim nasıl kullanıyora bakmak lazım. mesela akp milletvekilleri kendilerini chp'den tektipleştirici devlet geleneğine karşı çıkarak ayırıyor ve kendilerinin de türk sünni ve müslüman olsalar da devletin makbul vatandaş tanımına uymadıkları (örnek de hep aynı başörtüsü farklıyla)için madun oldukları tezini ortaya sürüyorlar ve buradan meşruiyet kazanmaya çalışıyorlar da işte hiç tutmuyor. trt 6'i açıp 60 tane kürtçe kelimeyi ‘siyasi’ diye yasaklıyor (mesela trt6’te serok, netewe filan demek yasak). kürt-türk kardeştir diyince nooluyo (kaldı ki bunu mhp bi de sonuna inkar eden kalleştir ekleyip yıllardır diyo)? dersim'i de çatır çatır yakıyorlar, kck davası da tüm hızıyla devam ediyor, öğrenciler pataklanmakla kalmayıp bir de üstüne aşağılanıyorlar, kadınlara ahlaksız, eşcinsellere hasta, mahkumlara eşek denmeye devam ediliyor ve bu etnik kardeşlik, dilsel kardeşlik, din kardeşliği, hatta altan tan'a selam olsun 'sınıf kardeşliği' numaralarını da artık pek kimse yutmuyor, herkes biliyor ki bura avusturalya filan değil, devlet kimsenin kabilesini filan tanımıyor ki aborjini kabilesi üstünden tanımlasın. multi-culti mi? cık. ulus devlet cephesinde pek de yeni bir şey yok. ama bunların ağzından o tektipleşmeyelim lafı bi kere çıktı mı başkaları için "hani işte sen de demiştin" diye diye ne olduğunu ne istediğini söylemek imkanı açılıyor, her ne kadar bunun sonuçları ağır olsa da...
radikal'in söylemi bunlardan da farklı, çeşit çeşit maduniyeti yan yana dizelim ve bunu "bak bak memlekette bunlar da oluyo biliyo musun?" magazinel üslubuna dönüştürelim, yurdum insanı da bu meseleden bişeyler kapsın, sonuçta biz 'radikal'iz öğretelim hesaabı. Cumhuriyet’in tehlikenin farkında mısınız demesinden farklı mı? Öğretelim’i sokağa sormak kılıfına uydururken evet, sokağa sorarken başına çılgın şeyler gelebileceği ihtimaliyle hayır. multi-culti mi? sapına kadar. ulus devlete benziyor mu? ulus devlet kendine benzememeye çalışırken radikal nasıl benzesin? ama farklılıkları tektipleştirmekle farklılıkları yan yana koyup birbirine eşitlemek çok mu başka sonuçlar doğuruyor? söylemin nesnesini kurması açısından bakarsan hayır ama söylemin bıraktığı boşluklar açısından bakarsan farklı tepkileri mümkün kıldığı için evet. Bi de bu yeni radikal’in çıktığı ortamı akp ya da devlet filan yaratmadı sonuçta, kürt meselesini kürt açılımı açmadı, tuzla’daki işçilerin haklarını akp bahşetmedi, bi adamın elinde sopa varsa her istediğini yapar diye birşey yok, dünyadaki hiçbir sopa herkesin kafasına vurabilecek uzunlukta ve kıvraklıkta değil.
Açıkçası benim baktığım yer şurası: Radikal’in kampanyası benim lafımı söylememi engelliyor mu? Hayır. Biz şimdi toplanıp bir manifesto yazsak Radikal bunu basar mı? Hayır. Yani Radikal benim siyaset zeminimi kapsayabilir mi? Hayır. Radikal’in kampanyası benim içinde kendimi temsil edebileceğim ufacık bir alan açıyor mu? Evet. Ben oraya sözümü yazar mıyım? Öyle bireysel bir temsiliyet zemini benim siyasetimde o an işe yarayacaksa evet, yaramayacaksa hayır. Aynen alancılarla ara sıra kampanya yaptığımız gibi.
bi yandan da eski radikal'den çok da farklı mı diye düşünüyorum, eh işte yani, ismail'in birçok 'radikal' haberi eskiden de kırpılıyordu, sonuçta bir doğan grubu üyesi, belki şimdi daha çok kırpılıyordur, şiddeti artmıştır.
Ve fekat tabii 'benim siyasetim' filan derken ben şimdi gayet farazi bişeyden bahsediyorum, zira ben bir başvuru emekçisiyim, içim dışım statement of purpose olmuş, siyasi bedenimden geriye sadece ağzımdaki kahve ve sigara tadı bi de geniş zamanlar düşlemek alışkanlığı kalmış. Bi de arada aklımdan “acaba ben de mi kolektiflere katılsam ama öğrenci de değilim ki ya da esp’nin nejat’tan sonraki en büyük transferi olsam mı?” gibi çılgın fikirler geçiyor. Çok yalnızım örgütlenmek istiom J İlglili makamlara duyurulur.
4 Aralık 2010 Cumartesi
Radikal gazetesinde olup bitenler benim de dikkatimi çekiyor elbet
Bu sokak da ilginç bir yer ha. Herkes oraya inmeye çalışıyor (misal biz de bir proje yapıp sokağa iniyoruz desek bir yerlerden fon buluruz bence). Sanat mesela… Ama sanat sokağa inince sokaktakiler için pek hayırlı olmayabiliyor (evet evet mütenalaşmadan bahsediyorum). Ha sanatçılar için de hayırlı olmayan şeyler olabiliyor (aynen öyle Tophane’den bahsediyorum). Radikal de sokaktan bildiriyor. Henüz çok bir vukuat yok gördüğüm kadarıyla.
Neyse, konudan kopmayalım. Radikal’in yeni boyutu kadar, içeriğinin renkliliği de dikkate şayan. Her şey var gazetede gördüğüm kadarıyla. Latin Amerika gerilla mücadeleleri, Karayılan’ın açıklamaları, Victoria’s Secret güzelleri, Harry Potter, CHP içi çekişmeler, sağlıklı yaşam önerileri ve tıbbi bilgiler, ekonominin hassas dengeleri, daha muhafazakar yazarlar, daha modern olanlar, akademisyenler, mizah yazarları… Radikal, Diyarbakır’dan Nişantaşı’na herkesin “bir şeyler bulabileceği” bir gazete olmayı kafaya koymuş.
Gazetenin bu hali bana şunu çağrıştırıyor: Her şey yan yana olabilir, her şey konuşulabilir. Zaten haberlerde de yan yanalık vurgusu sıklıkla var, sendikacıyla patron yan yana (İsmail Saymaz’ın Tuzla haberi, ki kendisi insan hakkı ihlallerini yazarak takdirimizi kazanmış bir gazetecidir, hakkında da bir sürü dava var şu an, haberin bu naiflik tonu, bana “editöryel müdahale” hissi verdi), yazar sokakta, “halk”la, bayramda alışveriş merkezinde.
Her şey bu kadar yan yana olunca, ben de şunu düşünüyorum: Kayıtsızlık rejimi inşa ediliyor! Artık her şey yan yanadır; ama hiçbir şey birbirine temas etmez. Artık her şey bir ilgi meselesidir. Okura ilgi duyması için sayısız şey verilir, her şey bir konuşma meselesi olabilir; okurdan bunlara temas etmesi, bunlarla düşünsel düzeyde temas etmesi beklenmez. Ne olsa gider! (Feyerabend bunu derken, böylesi bir şeyden, yani ondan da alalım, bundan da koyalım, sonra da buna bilgi diyelim dediği bir durumdan bahsetmiyordu sanırım; ağır olalım, sırf şu an daha inandırıcı olduğu için pozitivizmi diğer bilgi edinme biçimlerine üstün kabul etmeye karşı bir çağrıydı bu.) Radikal’inki de, bütün haberleri yan yana koyarak bütün haberleri bir parodiye dönüştürmek oluyor benim nazarımda. Bir yerde durma ey okur, kay, dolaş, vicdani retçinin acısından, karaciğere iyi gelen bitkilere, her şeye bir bak, ne olsa gider!
Yan yana konunca binbir türlü mesele, ilk başta özgür basın ve her şeyin konuşulabildiği bir Türkiye fantezisi uyanıyor olabilir; ya da “bilinçdışını artık bilinçli kılıyoruz”, “normalleşiyoruz” denebilir. Ben inanıyorum ki, yan yana olanlar, salt yan yana oldukları için sonsuz bir ferahlık çerçevesinde konuşulabilir olmuyorlar. Yani, babanın yanında sigara içebiliyor olman, illa ki, babanın ev üzerindeki iktidarını ferah ferah konuşabiliyor olman anlamına gelmiyor (bilmem örneği yakalayabildim mi).
Zaten bu kadar meselenin yan yana durabileceği bir alanı yaratmaya çalışmak, bana fazlasıyla ulusu yaratma fantezisini hatırlatıyor. Herkes yan yana dursun, ama kimse kavga etmesin. Okur, her şeyi yan yana görebilir, birinin ötekiyle bir problemi yoktur. Bizim gazetemizle, sosyalistle liberal ekonomi savunucuların (malum hiç kimseye açıktan “kapitalist” ya da “sağcı” diyemiyoruz ya), muhafazakarlarla modernlerin bir meselesi yoktur. Ulusumuzda çatışma olmasın (ki bizim ailemizde çatışma zaten yoktur). Savaşma konuş, ama her şeyi konuş, her şey, en az savaş kadar, konuşulabilecek bir meseledir. Meseleler arasında bir hiyerarşi gütmeyelim. Böylesi bir alanda konuşanlar, olsa olsa yan yana durup konuşan bir birbirini anlamazlar ordusudur herhalde.
Bunlar kafamda dolaşırken, geçen gün bir de Cüneyt Özdemir ve Hakkı Devrim arasında polemik yaşandı ki (ya polemik de değil, birbirlerine laf sokmaya çalıştılar bildiğin), tam da bu durumu gösterdi bence. Hakkı Devrim, Cüneyt Özdemir’in cümlelerindeki dilbilgisi hatalarını buldu ve yazılarını da eleştirdi. Cüneyt Özdemir de başka bir cevap verdi. Yahu arkadaşlar, en fazla 10 sayfa vardır yazılarınız arasında, siz hiç mi yüz yüze gelmiyorsunuz? E hadi diyelim, internet, modern gazetecilik, adamlar her gün dükkana uğramıyorlardı, yahu sizin gazetede hiç mi “etmeyin, ayıptır” diyecek birisi yoktur? Böyle birbirinize laf çarpıyorsunuz, bizi de alet ediyorsunuz? Gidin, konuşun. Ha mesele de, ne bileyim, böyle Sartre-Lacan-Heidegger polemiği gibi, felsefi mevzular olsa, hadi neyse. Biri ötekini yok efendim prim yapan yazılar yapmakla eleştiriyor, biri öbürüne sen zamanında saçmasapan dedikodular yazmadın mı diyor, falan filan. Ha tabii, bu başka bir şeyi de besliyor: Bakın bizim gazetede çatışmaya da yer vardır. Yemişim öyle çatışmayı. Ben hayatımda hiç öyle koftiden çatışma yaşamadım ki; neyin çatışmasını anlatıyorsun sen bana?
Bir de köşe yazarlarının, bireyselden yola çıkarak yazma halleri var. O da, mikro üzerinden makroyu anlamak, gündelik deneyimden dünyayı düşünmek meselesinden çıktı artık bence. Yapmayın sevgili yazarlar. Ben şahsen artık yemiyorum bu numaraları. Bireysel olmak için bireysel olmak’a doğru gitti bu mesele. Deneyimin fetişleştirilmesi, deneyim yaşa, sonra ondan bahset, deneyim yaşamının inanılmaz deneyimi duyulsun. Zaten günümüzün kapitalist koşulları da bu değil mi, şehri deneyimle, yemeği deneyimle, yani en büyük pazarlama nesnesi deneyimdir. Zaten sana deneyim vaad edebilen şey, satılabilirdir (misal sanat, misal şehir, misal daha neler neler).
Radikal’deki bu şahlanış, bu yeni gazetecilik coşkusu neyin nesidir, hangi dinamiklerin sonucu, hangi dinamiklerin habercisidir bilemem ama Radikal’in “yeni” dilini liberallik ve demokratlık görüntüsü altında kayıtsızlaşma sürecine destek verdiğini düşünmekten kendimi alamıyorum.
3 Aralık 2010 Cuma
İçimizdeki İrlandalılar!

2 Aralık 2010 Perşembe
tasvir
flickr'dan gelsin, memleketimden tahakküm manzaraları
http://www.flickr.com/photos/hanzalan/5211212598/