15 Aralık 2011 Perşembe

ŞEYMA'YI NASIL BİLİRDİNİZ

MASUM DEĞİLİZ HİÇ BİRİMİZ YA DA BENİM BİLDİĞİM ŞEYMA
Bir çağ yangını bu/bütün dünya günahkar….
Tabutta röveşata filminin sonunda, filmin kaybedeni olan adam bir şekilde tutuklandıktan sonra, işlediği suçun medyatik niteliğinden dolayı, televizyona çıkar. Tutuklanan adamın avanesi, belki de film boyunca onca yoksulluk, tutunamamışlığa değil de, tanıdıkları, kendilerinden, kendileri kadar sıradan birisinin televizyonda gösterilmesine şaşırırlar, heyecanlanırlar. Kıymetsiz hayatları, içinde yaşadıkları hayatları, televizyona çıkınca büyük bir dikkatle haberlerden, zaten bildikleri adamın hikayesini bir kere daha dinlemeye başlarlar. Benzer bir olay da, geçtiğimiz günlerde, Kocaeli’nden feribot kaçırdıktan sonra, sabaha karşı infaz edilen kürt gencinin hikayesi ile ilgili. O feribottakilerde birisiyle, yanlış hatırlamıyorsam CNN Türk muhabiri, olay sonrasında röportaj yapmaya çalışıyor: Spiker diyor ki “nasıldı orası?” “rehin olayına karışmış olan yolcu da diyor ki “valla biz de olayları sizin kanaldan izledik”. Peki nedir bu televizyonda olmanın büyüsü, ya da ‘günün birinde herkesin 15 dakikalığına meşhur olması’ durumu? Ya da lafı getirmeye çalıştığım yere gelirsek, daha genel manada medyada görünür olmanın bedeli nedir? Yukarıda anlattığım olaylardan yola çıkarsak, ya popüler bir şey yapmalıyız, ya da kamuoyunu sarsacak bir infial eylemi. Bir yetenek gerekli belki bize, belki de insanın köpeği ısırması kabilinden enteresan bir olay…
Bizim görünür olma meselemiz ise biraz değişik. Yani buralarda zaten marifet televizyona çıkmak değil, bienale gitmektir. Başka türlü söylersek, bizim aslında televizyona ihtiyacımız yok, çünkü biz hep sahnedeyiz, zira bizim manzaramızdan, bizim yaşadığımız yamaçları görmeye çıkmış olan gezi tekneleri geçer; işediğimiz deniz kaç milyon kişinin canına mal olmuş uluslararası diplomasinin temel meselelerinden ve de sevgili Rusların sıcak denizlere açılma rüyalarının giriş kapısı Boğaz’dır. Önümüz Rumeli hisarı, yanlış hatırlamıyorsam Yıldırım istanbul’u fethetmek için inşa ettirmiş bu surları. Aşağısı Bebek. Arnavutköy üç beş adım, adına şarkılar söylenmiş Aşiyan, Emirgan kapı komşumuz. Arkamız Etiler, Levent…Yani bir aura, bir fauna, bir habitus deme gitsin. Biz televizyona çıkmaya burun kıvırabiliriz ama, bizden birisi televizyona terörist olarak çıkartılırsa da, fena kızarız. Dokunulmazlığımıza, ecnebilerin privilidge dedikleri hadise, halel gelir o zaman. Boğazın fanusundan geçen, şileplere, tankerlere tepeden bakan bizlere, posedion değil Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma olduğumuzu hatırlatır böyle şeyler, can sıkıcıdır. Sonra başlar, pırıl pırıl, zeki çocuklar senfonisi; hadi bakalım gelsin fildişi kuleler, gelsin de gelsin. Efendim, bir tek kakamızın pembe yapmadığımız kalır….
Adorno ve Horkheimer’in, bence Marksizm için bir tür eklenti olan; savaş sonrası dönemin Marksistleri için yıkıcı (sabotaj manasında değil, oldukça devrimci bir yerden) bir eleştiri içeren kitapları; “Diyalektik Aklın Eleştirisi” nin bir yerinde; aydınlanma ve modernizmin bir tür mitolojik korkular bütünü olduğunu ispatlamak için, felsefenin başladığı yere Homeros efsanelerine giderler. Ve elbette Truva savaşından, sıcak yuvasına dönemeye çalışan, talihsiz Odysseus’un efsanevi İthaka yolculuğuna kadar giderler. Odysseus’un kendisinden önce binlerce gemiciyi, savaşçıyı ağına düşüren Sirenlerden ve onların şarkılarından kurtulmak için gerçekleştirdiği kulaklarını tıkayıp, kendisini zincire vurma eylemi Adorno Horkheimer ikilisi tarafından, tipik bir burjuva davranışının embriyon hali olarak görülür. Onlara göre burjuvazinin özü, hayatta kalmak için kendini korumaktır. Bunu yaparken de, burjuvazi kendisini körleyerek ve dünyanın büyüsünü bozarak, dünyayı dünyevileştirmektedir. Zira (bu epizodun Kafka yorumunda) Odysseus’un bu eylemi sonucu, Sirenler artık yaptıkları işe saygılarını yitirirler ve şarkı söylemeyi bırakıp o kayalıkları terk ederler. Hülasa, insan doğa tanrılarını alt etmenin bir yolunu daha bulmuştur, fakat dünyayı daha yavan bir yer haline getirmek pahasına, beden korunmuştur.
Elbette, Horkheimer ve Adorno’nun Aydınlanmaya yönelttiği bu eleştiri en fazla, Sovyetik Marksistleri ürkütmüştür, zira, devrimin büyüsü bir şekilde, sosyalist anavatanı korumanın yerine ikame edilmiş, insan bir çeşit üretim ve büyüme (demir, kömür, tahıl) endeksine indirgenmiş, Sovyetlerin ömrü uzamış, ama sosyalizm deneyiminin kulaklarına balmumu dökülmüş, kitlelerin komünist potansiyeli de bir gün gelecek olan güzel günlerin hatırına, Odysseus’un seren direğine zincirlenmiştir. Hem de, Marks’ın Zincirlerinden Başka Kaybedecek bir şeyi olmayanlara çağrısının ardından 100 yıl bile geçmeden.
Homeros’un Odysseus anlatısını, Frankfurt’un büyüklerinden ve büyük muzdarip Kafka’dan başka bir de P.Sloterdijk yorumlar. Sloterdijk’e göre ise Odysseus’un kusuru, kendini koruması değil, kendinin farkında olmasıdır. Bu farkındalık, Marks’ın iddia ettiği biçimiyle Hegelci manada ideolojiyi kıracak bir bilinç yaratmak yerine; her biçimde kendiliği yani yaşamı kutsayan mutlak varoluşu yaşamın amacı haline getirmesidir,(Sonbahar filminin memleketimizin solcularını çıldırtmasının en önemli sebeplerinden birisi bu bence) ki Sloterdijk’in sinizm olarak kast ettiği şey tam olarak budur.
Arkadaşımız Neco’nun (bildiğimiz yediğimiz, Neco) KCK sanığı olarak tanımlanan mantıksızlıklar silsilesinin bir kurbanı olarak Genç Sosyolog Nejat Ağırnaslı’ya (ki Neco’nun mesela şu anda halen merkezi konumdaki güncel Boğaziçi siyasetine en fazla gücenmiş olduğu yer; Engin Çeber neden Hrant Dink gibi anılmayı, anlatılmayı hak etmiyor sorusuna, ciddi bir yanıt bulamamış oluşuydu) dönüştürülmesi hikayesini çok sevdik. Zaten, Ahmet Kaya (ki bence bütün ön kabüllerin dışında, kürt kimliği ve sanat yapıtı hariç, bütün siyasi meselesiyle oldukça tartışmalı bir kişiliktir) da çatal bıçakların havada uçuşması enstalasyonuyla girilen anma salonunda, Mehmet Aslantuğ ve Kenan Işık gibi, bizi araf kayığından indirip, saltanat kayıklarına transfer edebilecek insanların sunduğu bir gecede, yapılan anmayla çarmıhtan sökülüp, orta sınıfın klas ve bir o kadar da geniş, konforlu marjinlerinde, yeniden bir vatandaş haline getirilmemiş miydi. Artık onun için yas tutabilir, hikayesine üzülebilirdik. Tıpkı ders notlarına, bilgisayarlarına örgütsel doküman diye el konulan Neco’nun , Şeyma’nın, Deniz’in talihsizliğine üzülebileceğimiz gibi.
Aslında bu sinik siyaset bize ata yadigarı diyebiliriz. Zira, Denizlerin bir hukuksuzluk sonucu asılmasından kazanılan ve bize emekçiler tarafından değil, orta sınıflar tarafından verilen meşruiyeti yıllarca siyaset sanmıştık. Orta sınıfların vicdanı konforlu ve işlevsel ama aynı zamanda stüdyo tipi ve dar biraz da. Ki tam da bu yüzden “bir eli kanlı” olan Mahir’in bir ayağı bu kapının dışında kalıyor; Kaypakkaya ise lanetli, adını anmak bile yasak. Büyük mizahçı, yönetmen Sırrı Süreyya; Bianet’in genel koordinatörü, yazar ve editör Ertuğrul Kürkçü o kapıdan girip çok şeyler söyleyebilir(ki söylediklerinin hepsi doğrudur ve ben de altına imza atabilirim kişisel olarak) peki Hayri Durmuş, Kemal Pir, Orhan Keskin, Diyarbakır cezaevinin adı geçince gözleri sulanan o vicdanların sahiplerinin izanlarında nereye oturur.
Elbette vicdanlara seslenmek kolaydır, ve de daha da önemlisi sonuç verir. Lakin biz o siyasetin ne sahibi ne de kiracısıyız; bir zaman o bahçelerdeki ağaçların dibini çapaladık, gübreledik, çiçekleri suladık. Türkçesi, boğaz tokluğuna keyif kahyalığı yaptık. Şimdi bağın bostanın sahibi geldi. Ki tam da bu yüzden, Taraf gazetesi liberal vicdan siyasetinin gerçek sahibi olaraktan sahne almasının akabinde, Denizleri ve 68’i de çakma bir Lacan yorumuyla Türkeş’in aynadaki sureti olaraktan tanımladıktan sonra biz ne diyebildik, üstelik bunu da cahil bir küfürbaza yaptırttıktan sonra?
Şimdi bir okulumuzun bir hocası Şeyma ile ilgili bir yazı yazıyor. Zeki, pırıl pırıl, derece yaparak girmiş, şeytani döngü de Şeyma’yı içine almış, (ki kendisini sendikaya, siyasete vermiş olan hocamız, bizi kendi deyimiyle açmış olduğu butik dersine aldığında bile, ilgilendiği ilk şey, bizim siyasi temayüllerimiz olmuştu. Yani pırıl pırıl zeki çocukların masumiyeti hikayelerine bayaa var onu diyorum) . Sonra gaza gelen bir radikal yazarı, Şeyma’nın sevgilisinin de hikayesini yazıyor, Ahmet kitap yazar, Deniz dergi çıkarır, Şeyma staj yapmak ister. Bunlar böyle böyle, işlerinde güçlerinde pırıl pırıl zeki çocuklarken, kötü amcalar kapılarını çalar. Ne bu ya? Sonu mutlu bitecek bir holywood senaryosu mu yoksa Cin Ali serisinin Nezarette epizodu mu?
Ben her şeyden önce bu tür şeyler yazmanın, en iyi ihtimalle, işte kanunun zulmünden koruma ile yapılmış bile olsa, bir tür saygısızlık olduğunu düşünüyorum. Zira boğaziçinin 10.000 civarında öğrencisi var. Bunların hepsi, üniversiteye girdikleri sene zaten derece yaparak girerler, genelde zekidirler, ya da bir çalışma metodolojileri vardır. Ve genelde de ‘iyi’ ailelere mensup olduklarından pırıl pırıl olan istisnalar hariç çoğu zaten parıl parıldırlar ki, güney meydanda her vesile arz-ı endam eden özgüven patlamalarının sebebi de kanaatimce bu parıldama durumu olsa gerektir.
Belki burada bunu söylemek çok sıkıcı gelecek ama, kendi kendimize oynadığımız sessiz sinemadan daha sıkıcı olacak, siyasi davalarda hak-hukuk değil, adı üstünde, siyasi sebepler aranır. Hakim-savcı-polis sizin ders notlarınızla işinizle değil, ne düşündüğünüz ne yapmaya çalıştığınızla ilgilenir. Dolayısıyla, efendim biz şöyle akıllı çocuklarız, böyle saçlarımız parlak, işimde gücümdeyim, işte anam babam, işte odam derli, toplu, hatta ocakta yemeğim, on parmağımda on marifetim var desen, beş para etmeyeceği gibi komik ve samimiyetsiz olur. Mahkeme heyetine karşı değil (çünkü bu işin türküsü bile vardır; ‘karakolda doğru söyler/mahkemede şaşar/yalan mıydı Yaşar?) kendimize karşı, yaptığımız, yapmaya çalıştığımız işe karşı, inandığımız şeylere karşı, daha da önemlisi adına konuştuğumuz insanların inandıkları şeylere karşı komik olur, samimiyetsiz olur. Ki, Türkiye Solu’nun özellikle 1974’ten sonrası, bünyeyi korumak adına yapılan binbir türlü samimiyetsizlik hikayesi üzerinden de okunabilir.
Dolayısıyla, biz güzel bir dünya hayal etmeye başladıktan sonra, zaten affedilmeyecek bir suç işliyoruz. Davaya uyanana kadar da, ne masumiyet ne de lanetin büyüsünden sıyrılmak mümkün. Bu yüzden, masumiyet aramak beyhude bence; bir kere Sissiphos’un kayasını sırtımıza aldık. Artık taşın yükünü bizimle bir tek samimiyet paylaşabilir.
Yazı burada bitiyor. Şeyma ve Deniz’in ‘gerçek’ hikayesini benden duymak isteyenler içinse çok üzgünüm. Ben de herkesin yaptığını yapıp, onlardan bahsedermiş gibi yapıp, kendi siyasi görüşlerimden, hayatta durduğum, durmaya çalıştığım yerden bahsettim. Ama vicdanım rahat, tanıdığım insanlar hakkında bir şeyler söylememeyi tercih etmek; tanımadığım insanlar hakkında ahkam kesmekten daha iyidir diye düşünüyorum.
Sonuç olarak, yalnızca bir şeyi söylemeliyim: Sevgili hemşerim Şeyma ve arkadaşı Deniz güzel insanlardır. Onların aklanmak için ne bu memleketin hukukuna ne sünepe insanların vicdanına ne de vicdan sevici gazetelerin boktan şehadetlerine ihtiyaçları vardır.
Dilerim ki en kısa zamanda görüşürüz.

10 Kasım 2011 Perşembe

A LOSER OF ROCK’N ROLL ve CESUR YENİ DÜNYA

Bir rocker bir parodidir. Rocker’ın isyanı, önce patlamış, sükse yapmıştır: Modern anlamsızlığa verilen büyük bir yanıttır. Eski yanıtın çözülmesiyle ve seksapelini kaybetmesiyle, rocker “ezik” ilan edilmiştir. Rocker’ın cevabı, artık tüketim makinesinin dışındadır. Yeni bir cevaba sarılmak gerekir, bir sonraki cevaba geçmek gerekir; hem yeni kuşağın (çünkü ne olursa olsun rocker’lık bir önceki kuşağın cevabıdır) hem de kapitalizmin yeni bir cevaba, her zaman daha fazlasına, ihtiyacı vardır.

Ancak, bu esnada, olan rocker’a olmuştur: Seks, drugs, rock’n roll içerisinde çirkinleşmiş, sağlığından olmuştur. Deli Dumrul’un ölümle karşılaşması gibidır: Gören gözlerim görmez oldu. Rocker’ın kulakları ağır işitir. Rocker'ın eski cinsel iştahından geriye pek bir şey kalmaz. Ya göbeklenir, ya da aşırı zayıftır. Rocker’ın bedeni, hep ölümle dans eder; ama rocker ölmez, sürünür. İçi dışı bir olmuştur. Makinenin onu tükürmesi gibi, o da kendi geçmişini tükürmektedir her sabah gelen öksürük kriziyle.

Aile ve iş için de çok geçtir artık. Akıllı rocker’lar, geri dönmeyi bilmiştir. “Hakiki” rocker ise geri dönülecek bir ev bırakmamıştır; rocker’lık icabı. Ancak, hem kendi bedeni düşmüştür, hem de imgesi bir karikatüre dönüşmüştür: “Ha, o mu?”. Rocker'ın genç ölmesi gereklidir, en "cool" rocker, ölü rocker'dır.

Rocker, her zaman tek başınadır. Yeni trendlerin peşinden gidenlere ve/veya eve dönenlere, hınç ve aşağılamayla bakacaktır; nostaljiyle beslenecektir.
O yüzden rocker’ın, hayatta kalabilmek için, ya bir mucizeye ihtiyacı vardır (School of Rock), ya da evcilleşmeye (Rock Star). Ya da acı son onu beklemektedir (The Wrestler).

Sözlerimi Motorhead’den bir kupleyle nihayete erdirmek isterim:

You know we ain't too good looking,
But we are satisfied,
No, we ain't never been good looking,
But we are satisfied,
We shoulda opened up a little Whorehouse, honey,
Get a little booty on the side

5 Kasım 2011 Cumartesi

ölüm üzerine -ıı-


‘Devrent Deresine çıvgınlar esti/elimi kolumu poyrazlar kesti/feleğin bizlere böyle mi kastı…’

Halil Abi'yi ilk gördüğümde, 88 senesinin haziran ayında, bizim Cevizli'nin tuvaletlerini tamir ediyordu. Babasına sucu Şeref derlerdi. Eski usul bir belediye çalışanı olarak Şeref dayı, altında Çavdır Belediyesi yazan minübüs ile (ki 77 model bu minübüs, sonradan Hac farizesinde ölüp Mekke’ye gömülecek olan Almancı Eyüp dayı tarafından Belediye'ye hediye edilmişti) sürekli dolaşır, saat-sayaç okumaktan lağım patlak tamirine; bina tesisatından, hayırsız kocalı kadınların ya da dul kadınların hayrını almaya kadar her işe koşardı. Babam onun için belediyenin baba direği, 5 dozerim olacağına bi şeref dayı yeter derdi. Halil abi işte bu Şeref dayının üç oğlundan en büyükleriydi.

Bir 80’li yıllar eğitim-öğretim fenomeni olarak bilhassa taşrada (ve tabii ki Çavdır'da da) derslerin pek çoğu ya boş geçmekte, ya da Eczacılar Matematik derslerine, bankacılar İngilizce derslerine filan ikame edilmekteydi. Sonuç olarak, 90'ların ortasında taşranın gelir düzeyi ve üniversite kontenjanları artana kadar bizim çavdır lisesi, üniversite sınavlarında sıfır çekmeye devam etti. Zaten ne ailelerin ne de talebelerin liseden (zamparalık, kankalık hikayeleri dışında) bir beklentisi olmadığı için, bu durum, şimdiki aileler için olduğu gibi ne medar-ı iftihar ne de kara leke olarak addedilmiyordu.

Öte yandan, işte bizim Halil abi gibi, kimi gençler, biraz zeka, biraz da talihin yardımıyla 2 yıllık bir yerlere kapağı atabiliyorlardı. Halil abi de işte, 87 yılında, Isparta'da 2 yıllık bir bölüm tutturmuş, aile de yoksulluğuna bakmadan, oğlanı belki bir devlet kapısına yerleştiririz diyerek okula yollamışlardı. Lakin Halil abi, abimle konuşmalarından anladığım kadarıyla, pek okulla filan ilgili değildi. Kadınlar, solcular, bir de halk müziği ona daha çekici gelmekteydi. O tarihte ben çocuğum, abim ise ergen; haliyle üniversite görmüş bu zampara insanın maceralarını dinleyeceğiz diye kaç gün ona harç taşıdık şimdi hatırlamıyorum. Lakin, o senenin kışında, babası Halil abi'ye bizim meşhur kasaplardan Pilli Mehmet ile para gönderecek ve pilli mehmet onu okulda değil de, bi kafede kız-oğlan in gibi sigara içip türkü çığırırlarken bulacak, oğlanın okulla bi alakası olmadığını ve diğer manzarayı ayniyle babasına nakledecek ve Sucu Şeref dayı da, Halil Abi'nin ilk köye geldiğinde balta sapını belinde kıracak ve böylelikle Halil abinin tahsil hayatının sonuna gelinecekti.

Sonrasını tahmin etmek güç değil, Halil abi ertesi sene askere gitti. Yakın zamana kadar, askere gideceklerin, askerlik sülüsünü aldıktan sonra (bu fiilen değil ama, resmi olarak askerliğin başlaması anlamına geliyordu) ağanın ambarını taşlaması (bu ambar en sonunda İbrahim Ağa’nın kendi çocukları tarafından yıkıldığında sanırım 90’ların sonuydu, böylelikle bu ritüel de sona erdi) otomobiller ve traktörler hariç bütün tekerlekli taşıtların (at arabaları, el arabaları, römorklar, pulluklar) harman yerine ya da ören yerine, geceyarısından sonra gizlice götürülüp bırakılması ve Fethiye yolunda otobüs kesip, şarap parası için haraç toplanması bir çeşit askerlik ritüeliydi.... Haliyle hem ambar faslı hem de yol kesme maceralarından sonra, askerler evlerinden jandarma tarafından toplanıyor-birkaç göstermelik tokat, bir kısım da şinav-barfiks-mekik egzersizinden sonra serbest bırakılıyorlar, bu toplanmayla birlikte resmiyet de fiiliyata dönüşüyordu. Burası da baya ilginçtir aslında çünkü, bu gençler kanun önünde “zorbalık” yapıyor olmalarına rağmen, askerliğe ilk adımlarını, yaşayacakları çilenin bir çeşit tazmini olarak, orduya ait olan ayrıcalıkların (hukuk tanımazlık ve bir zamanlar köylüye kök söktürmüş olan ağanın ‘tanrısallığı’na meydan okuyarak) karnavalesk bir gelip geçicilikle de olsa, tadına bakarak atıyorlardı..

Diğer devreler gibi HAlil abilerin devrede, en az iki kere, nezarete düştüler, ağa ambarını taşlamak ve yol kesmekten. Bir akşam ağanın ambarını taşladıktan sonra, bizim meyhaneye gelmişlerdi. Bi tek Zülfü'nün on yılın ezgisi kasedi, Selda'nın Yürüyorum Dikenlerin Üstünde’si, bir de Ahmet KAya'nın An gelir albümleri piyasada bulunurdu. Ferhat Tunç bile sanırım düşmemişti daha piyasaya. 12 Eylül öncesi, türküler-besteler, bilenlerin hafızasında vardı (ki mp3 ve youtube denilen teknolojilerin en büyük hayrı herhalde, 12 eylül öncesi ve sonrasındaki ayrımı en azından müzikal manada ortadan kaldırmasıdır bana göre) . O akşam işte, eskilerden söylediler, babamın da kafası güzel, bi de gençler ağanın ambarını taşlamış; bugün her şey serbest dedi babam. Sonra bunlar, sonraları ezberleyeceğim bi sürü Zülfü Livaneli, Ali Asker türküsünü (Ki Ali Asker'i hiç duymamıştık daha) saz, darbuka çalıp söylediler. Tuhaf bi akşamdı. Gençlerden birisi, ki şimdi kendisi Amerika'da ve bel fıtığı olmuş, sanırım ismi Ali Abi'ydi; Halil, Zülfü'den Hoşgeldin Bebek'i çalsana dedi. Halil Abi de, O'lum, Mehmet Abi'ye ayıp olur, hem de o bağlamayla çalınmazki gibi şeyler söyledi. Sonra, ısrar edenler oldu başka, Halil Abi biraz bağlama tıngırdatıp, en sonunu söyledi "Hoş geldin bebek yaşama sırası sende/ senin yolunu gözlüyor/sosyalizm filan" Bu benim belki sosyalizm kelimesini ilk duyuşum değildi; ama meseleyi siyasal bir proje olarak ilk idrak edişimdi herhalde.

Sonra askere gittiler, Halil Abi'yi üç-dört ay kadar sonra, kolu alçıda teyzeoğullarının dondurmacı dükkanında, mutsuz mutsuz otururken gördüm. Tam anlamıyla yıkılmıştı, abi nassın dedim. Valla Osmanım kötü dedi. Kolunun hikayesini anlattı, hava değişimi almış, Tunceli'deymiş, Tikkoculara karşı mücadele ediyorlarmış, bu ağırına gidiyordu. Hatta, üç gün bir gerillayı kovalayıp, en son bi çam kütüğünün ardında, mermisi tükenince, öldürmüşler... Tikko'nun hızlı zamanlarıydı, ve yüzlerce efsaneleşmiş gerilla hikayesi Dersim’in vadilerinde demlenip, İstanbul’un Ankara’nın sokaklarına karabasan gibi çökmekteydi… Halil abi solcu olmasına solcuydu, lakin, babası tipik bir sağ-muhafazakardı, kardeşlerinden ortancası Ali Abi, Kahta Nakşibendilerine sufi olmuş; en küçük KArdeşi Sudrettin ise alperen ocaklarına girmeyi tercih etmişti. Diğer akrabaları da genel olarak, MHP'liydi. Bi tek HAlil abi vardı o ailede solcu.

Her neyse, Halil abi geldi askerden. Biraz zaman geçti, heralde 90 senesinin yazıydı, bi akşam abimin yanına geldi, Mustafa bu gece yengeni kaçırcaz var mısın dedi. Abimde olur abi tamam dedi. Abim sadece şoförlük yapacak, bizim 80 model beyaz bi reno-station araba var, her sabah dağdan kebaplık oğlak getiriyoz, haliyle içi teke siyeği ve oğlak boku kokuyo; ama Halil Abi için imkanlar kısıtlı, çalacak kapı az. Dükkanı, gece 12 civarlarında kapattık. Babam yattıktan sonra, anahtar zaten bizde olurdu, arabayı eski evin ordaki yokuştan aşağıya salladık, ben binmedim, abim duyulmayacak kadar gittikten sonra, arabayı çalıştırdı, farları yaktı, bastı gitti. Yukarıdan Halil Abi'yi amcasını, babasını ve onların yedeğindeki iki tüfeği yüklenip Dengere'ye varmışlar, yenge çıkmış, alıp kaçmışlar. Temiz iş sorun çıkmadı. Ben dışarıda bekledim, abim geldi yattık… Düğün oldu gittik; HAlil abi'nin içi içine sığmıyordu... Babamsa abimle bana gösterilen hürmete anlam vermekte güçlük çekiyordu...

Sonra biz Antalya'ya gittik, Halil Abi köyde tesisatçılığa filan devam etti. Üniversiteli gençlerle, kitaptır kasettir derken, biraz daha işi ilerletmiş. 94 seçimlerine blok olarak giren ve ÖDP'nin önceli olan Birleşik Sosyalist Parti'ye çalışmaya başlamış. Bu yüzden, evde kaç defa kardeşleriyle birbirlerine silah çekmişler ama her defasında babaları ağızlarına basmış şamarı, susturmuş bunları. Bizim de kepezaltı macerası yavaş yavaş alevleniyordu, Halil abi gelip gidiyor,gelip gidiyor. Sonunda bir gün, geldi, dönmedi. Zaten ev var, yeme içme de sorun değil, iyi kötü iş te buluyor; iş olmadığı zamanlarda, parti binasında çay sigara, çalgı çengi derken günler geçiyor. Bu arada, tabi ufak tefek, zamparalık hikayeleri de oluyor... 95 senesi geldiğinde, ortalık epey kızışmıştı, bütün yapılara operasyon olmuştu, cephe, ihtilalciler, köylüler, kıvılcımcılar, herkes ortalama yirmişer kişi Buca'ya paketleniyodu. Biz de halkevinden ve BSP'den ayağımızı iyice kestik, ama Halil Abi haliyle benim köylüm olduğu için görüşüyoruz onunla. Günün birinde, bir ev tuttuk, eğer bir terslik olursa orada saklanacağız. Terslik o ki tam da o sıralar Halil abi evsiz kaldı ve muhtemelen ihbarcılık yapan bi kadını o eve 'attı'. Bu aramızı soğutan ilk hareketiydi. Ardından da, benim eski kız arkadaşıma kur yaptığını gördüm, ki bu da aramızdaki ilişkiyi bitiren son hareketti. Halil abi yüzünden, bize operasyon başladığında o evi kullanamadık, ben ve kimi arkadaşlar bu yüzden kolaylıkla yakalandı. Bu yüzden daha da kızdım, çıkınca selam sabahı da kestim... Ki o da bir kısım talihsizlikler yüzünden Antalya'yı bırakmış, Çavdır'a dönmüştü. Köyde de selamlaşmıyorduk.

Sonra ben, 97 senesinde Bozüyük'e bi fabrika'ya, ailem tarafından gözönünden uzaklaştırılmak için, mutemet olarak gönderildim. 96 senesinde ÖDP kurulmuştu, Halil Abi ve bi kısım bazı arkadaşlar Çavdır'da ÖDP'nin ilçe teşkilatını kurmuşlar ve baya da taraftar toplamışlardı. Eski TKP-Devyol geleneğinin varlığından dolayı, ÖDP Burdur'da bayaa iş yapacağa benziyordu. Ki ilk seçimlerde özellikle Fakir Baykurt'un memleketi Yeşilova ve Burdur merkezde bi hayli oy almışlardı. Durumları geriden geriye takip ediyordum. Sonra günün birinde bir haber geldi; bir eylemden dönen ÖDP otobüsü (Sanırım Ankara'dan Susurluk meselesiyle ilgili bir olaydan geliyorlardı) Burdur çıkışında kamyonla kafa kafaya girmişti. 7 ölü onlarca ağır yaralı vardı. Ölenlerden birisi Halil Abi'nin 5-6 yaşındaki oğlu Şeref Ulaştı. Eşi ölümden dönmüş, sağ bacağı 10 santim kısa kalmıştı; HAlil Abi ise hem çarpmanın etkisiyle, hem de oğlunu kaybetmiş olmanın acısıyla delirdi. Dediklerine göre, olay olduğunda, halil abi cama sırtı dönük bi şekilde şöforün yanında en önde, saz çalıyormuş, o yüzden kamyon tam anlamıyla halil abiye kafa atmıştı. Epeyce hastanede yattı, hafızasını neredeyse tamamen yitirmişti. Bir tek anasını, babasını, kardeşlerini hatırlıyordu, onun dışında gelen herkesi niyeyse bir cinsellik dolayımıyla hatırlıyor; özellikle kendisine iğne yapmaya çalışan doktorlara-hastabakıcılara 'oğlum sizin karınız kimlerle zikişiyor? bana iğne vuracağınıza gidip karılarınıza sahip çıksanıza...' minvalinde şeyler söylüyordu.

Olayı duyunca, ben Halil Abiyi affettim kendimce, zira zaten hafızası sıfırlanmıştı; bir de çok büyük acılar çekiyordu. Köye geldiğim zaman ziyaretine gittim, hatırlamakta güçlük çekti beni önceleri, ölen ortak bir arkadaşımızı (Buca Cezaevinde 95 yılında bir isyanda ağır yaralanıp hafızasını yitiren sonra da ölen Kurtuluşçu Mehmet Kurnaz. Ki büyük bi ihtimalle Kurnaz’ı Halil abi’nin bizim gizli eve attığı kadın yakalatmıştı) sordu her karşılaşmamızda, bi de benim hangi hareketten olduğumu… Puslu hatıraların arasında beni bulmaya, hatırlamaya çalışıyor gibiydi, herhalde hatırlamıyordu; ya da hatırlamak istemiyordu geçmişi...

Hiç bir zaman eski neşesi olmadı, hiç bir zamanda mental dengesi yerine gelmedi, ama zamanla düzeldi, oğlunun kan parasıyla bir ev yaptılar ve o eve yerleştiler. Hole, aynanın yanında, Şeref ulaş’ın zafer işareti yapan, büyük boy bir resmini astılar. Hem Halil Abi, hem de yenge başlarına gelenleri allahın onların günahkarlığına verdiği bir ceza olarak gördüler başlarda… Yenge bayaa bi muhafazakarlaştı, tesettüre girdi ve başını bir daha hiç açmadı.Halil abi de içkiye ve solculuğa tövbe etmiş gibi görünüyordu. Aslında, ikisine de çok müptela değildi ama zaman içinde hafızasına kavuştukça iptilalarına yenik düşse de Yenge tövbesini korudu ve tesettürden vazgeçmedi. Lakin beni içine kapandıkları aile hayatına kabul ettiler ve zaman zaman kendilerini ziyaret etmeme müsaade ettiler. Yazları değil ama, okula gelmeden önceki son kışlarda, ayda iki üç kere ziyaretlerine giderdim. Yenge genelde evde olmaz, eltilerine ya da komşularına oturmaya giderdi. Yalnızca bir kere kendilerini ziyarete gittiğimde, Halil Abiyle birlikte 'bölemedim felek ile kozumu' uzun havasını söyledi yenge, ben giderken de, ‘eski günlerden bi akşam gibiydi, sağol’ dedi. Dediğim gibi, zaman zaman evlerine gittim, ondan öğrendiğim parçaları, kendisine çaldım... Ben çaldıkça şaşırıyordu 'ya bu kadar notayı nasıl aklınızda tutabiliyorsunuz?' diyordu. Oysa Zülfü'nün 'Çırak Aranıyor'unu ya da bizim buraların yöresel türküsü 'Devrent Deresi'ni halil abi'den güzel çalıp söyleyen olmazdı.

Ben, İstanbul’a taşındığım zaman, Halil Abi de eşiyle birlikte Antalya’ya taşındı, bir hastanede hastabakıcı olarak çalışmaya başladı. Antalya’ya bir gidişimde, yanına gittim. Hastane bahçesinde birlikte bir çay içtik. Sonra, bir daha görmedim. Aradan yıllar geçti. Düğünüm için kör Ayhan’la birlikte, davetiye dağıtırken, birdenbire Çavdır’ın bi sokağında karşı karşıya geldik. Hayırdır dedi. Evleniyorum abi, dedim. Ben öyle deyince, “tabi o’lum, zaten burjuvasın, bizi davet etmene gerek yok” gibi bi şeyler söyledi. Yok abi, senin davetiyen de hazır arabada bak filan dediysem de, muhtemelen yoksulluğunu deliliğe vurdurup, gelmem ben küstüm sana deyip gitti… Bu onu son görüşüm oldu.

Geçen kış kasım ayında, Kör Ayhan bir gün beni aradı ve “Sucu Şeref’in Halil, Sudrettin, Halil’in kızı Kardelen ve beraber çalıştıkları bir sekreter kadın öldü” dedi. Trafik kazasında, üçü aynı haneden, biri onların iş arkadaşı dört kişi ölmüştü. İstanbul’daydım. Cenazelerine katılamadım. Sonra gelince başsağlığına gittik. Anlatılmaz bir acı. Üç erkek kardeşten yalnızca ortancası kalmış, Halil Abi’nin eşi 10 yıl arayla iki çocuğunu ve eşini kaybetmiş, anneleri de iki oğlunu ve iki torununu trafikte kayıp etmişti.

Anlattıklarına göre, evdekilere, annelere ve eşlere önce kaza var ölü yok demişler. Lakin, herkes ucun ucun toparlanmaya başlayınca ve hiçbir şey artık gizlenemez noktaya gelince, bir ambulans peydah olmuş ve ellerinde sakinleştiricilerle haneye hemşireler girince, kadınlar mahalleyi yıkmışlar… Sonra, sakinleştiriciler onları biraz sakinleştirmiş ama evin önüne üç tane tabut gelince kıyamet bir daha kopmuş… Cenaze cemaati de baya kalabalık olmuş…

Cenaze defnedildikten sonraki gün, rivayete göre, kocası hayatta kalan Naciye Yenge Halil Abi’nin eşine, yani dul kalmış eltisine, demiş ki “Anakadın sana bi şey sorcam; önce oğlunu, şimdi de kızını ve kocanı kayıp ettin, hiç düşündün mü evlat acısı mı yoksa koca acısı mı daha dayanılmaz…?” Tahmin edileceği üzere, Anakadın yenge öfkeden morarmış, çenesi kilitlenmiş ve bayılmış… Zor olan bu soruyu sormak mı, yoksa yanıtla(yama)mak mı, hala zaman zaman düşünürüm…

Hülasa, Halil Abi öleli bir yıl oldu… Halil Abi ve kızı Kardelen’in, ölümlerinden sonra kardeşi tarafından facebook’a yüklenen (ki cep telefonuyla çekilmiş bu görüntüleri çok aradım, ama kaldırmışlar) Bekle Buğday Tanesi türküsündeki gibi; ömrümüz hala toprağın altında(kilerle birlikte) bizi yeşertecek kar suyunu beklemekle geçiyor; lakin o zamana kadar o buğday tanesi gibi boy vermek için, toprağa sıkı sarılıp, başı dik tutmaya devam etmek gerekecek heralde…

http://www.odp.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=2396&tipi=1&sube=0

http://www.haberturk.com/yasam/haber/569342-bu-aciya-dayanilmaz

4 Kasım 2011 Cuma

Bir Dönem Profili Olarak Yaşar Ayaşlı'nın "Yeraltında Beş Yıl"ı

İstanbul'a son gelişimde, yayınevindeki arkadaşlar, hararetle kendi aralarında, Yaşar Ayaşlı'nın Yeraltında Beş Yıl kitabını tartışıyorlardı. Onlara göre, kitap hem ruhu hem de argümanları bakımından oldukça problemliydi. Merakla kitabı okudum. Gerçekten kitabın yayınlanmış olması pek çok bakımdan skandal, yazarın argümanlarından, aleni verdiği isimlere, yayınlatmak için seçmiş olduğu yayınevinden, kendisini koyduğu yere kadar, kitap pek çok bakımdan solcu magazini görünümünde... Lakin kitap tersten bir okumayı hak ediyor, zira, 80'ler ve 90'ların efsanevi örgütü TİKB (anlatılanlar doğruysa, ki öyle görünüyor) aslında bir arkadaş çevresiymiş ve aralarındaki gerilimler, bizim Hisarüstü - SBK ahalisinin yaşadıklarından çok da farklı-fazla değilmiş.
Öte yandan, bu hareketin özneleri belirli bir noktada (özellikle kitabın yazarı için bu çok belli) devrimci hareketi kendileri ile özdeşleştirmişler. Aslında bu epey faydalı bir şey olabilecekken, büyük bir megalomani üretmiş ve bütün direniş hikayeleri, aslında büyük ego anlatılarının parçaları haline gelmiş. Bir de 84 ve 96 ölüm oruçlarına ilişkin yazarın görüşleri epey ilginç ve mantıklı geldi bana. Bütün bu süreçlerde, ölüm oruçlarının lokomotifliğini yapan DEv-Sol ölüm orucu meselesini, bütün problemleri çözecek bir simya taşı ya da devrime hüviyet kazandıracak bir ab-ı hayat olarak ele almış.
Neticede, bir kere daha gençliğimize aslında bütün bir proleterya ya da örgütmüş gibi kendini lanse edebilmiş bir kaç insanın ve onların nerede hayal nerede gerçek nerede mitoloji nerede ideoloji olduğu seçilemeyen düşlerinin yön vermiş olduğunu görmüş olmak, hem güzel (çünkü bu rüyanın belirli bir kısmını birlikte gördük) hem de çirkin (bu hayalin büyük bir kısmında kandırıldık)....
Hülasa, Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı derken, bu kitabı Nasıl Yapmamalı ve ne olmamalının hikayesi olarak okumak iyi olabilir...

Bir Dönem Profili Olarak Yaşar Ayaşlı'nın Yeraltında Beş Yıl-

24 Ekim 2011 Pazartesi

kafanın karışma biçimi üzerine..

1-Bence, Orko'nun öyküsü, bir öykü olmasına rağmen, kurucu bir metin olarak okunabilir. Birinci bölüm, yani metroya kadar olan bölüm, ideolojik arkaplanımızı boyayan cosmopolit istanbul kültürü ile dopdolu. Bence bu çok önemli. Devrimciler (ben böyle diyeceğim izninizle) fiziken, ruhen, ya da kendileri orada olmasalar bile mental olarak, İstiklal'de yaşıyorlar. Yeni bi şey değil mutlaka ama taksim'e çıkmak-istiklal'de gezinmek meselesinin hayatımızda neden bu kadar hayati bir yer işgal ettiğini bir kere daha düşünmek gerekiyor.
Ki Turgut'un, İstiklal, Dolapdere macerasının memnuniyetsizliklerle dopdolu olması, kendini buralarda sorgulaması, ve metinde hissedilen gönülsüzlük, ritmsizlik belki buradan düşünülebilir.
2-Yazının metro'da geçen kısmı, bence daha bir öykü gibi. Mental olarak daha anlaşılır, hissedilir. Gerçek anlamda bir dönem fotoğrafı. Bu bakımdan, ben burayı daha önceki dönemlerle karşılaştırmaya müsait bir metin olarak göreceğim.
3-20.Yüzyıl, modernliğin mucizelerinden çok umutluydu. Tren kalkınma eğrisinin sürekli yükselen çizgisinin üzerine raylarını döşemişti. Ne var ki, iki dünya savaşı, isyanlar, lokal savaşlar, yaşamın ritmi ve her şey kötü gitti. olmadı. Şimdi artık, tren istasyonlarında el sallamanın lirizmi yerini, Matriks üçlemesinden bu yana, metro tünellerinde, tramvayın altında kalınarak ölme epiğine bıraktı.
4-Trene (ya da turgutun binemediği gibi, taksiye) binemeyerek bir yere gidilemiyorsa. Gidilecek bir yer yok demektir. Öyleyse, yani şöyle demek mümkün olur mu ki. Geçmişini bilmeyen toplumların geleceği olmaz; tersine çevirirsek, gelecek yoksa, yaşanmışlıkların anlamı da yoktur (hatırlayınız, Turgut'un ösym'ye hayır mitingi). neo, metroda tıkılı kalmıştır, acaba onu arasattan çıkaracak bir tren gelecek midir?
5-Geçmişle gelecek yoksa, şimdiyi anlamlandırabileceğimiz yer neresidir o zaman? Bence, tıpkı Turgut'un 'hırıltılı sesinde' gördüğümüz gibi, içe dönük yıkımlar ve mutlak bir ızdırap. Ki, bence buradan Kafka'ya bağlanıyoruz. 20.yüzyılın ilk yarısında felsefeye marksistler ve Bertrand Russel gibi yandan yemiş materyalistler yön verdiler. Bir yere gidilecekti, mesele buydu. Kafka ve Benjamin de bu yıllarda yazmış olmalarına rağmen, sinek vızırtısı gibi kaldılar. Oysa modernite onları haklı çıkartmak için elinden geleni yaptı. Ne marksistler, yangın alarmını doğru duyabildiler, ne de babalarımız onlara bir türlü gönderemediğimiz mektupları doğru okuyabildiler. varoluşçular ve yapısalcılar tüm itirazlarına rağmen, trene tapmaya devam ettiler. Şimdi ne tren kaldı, ne ray, ne de yakıt. Taksiye de binemiyoruz. Sonsuzluğun kıyısında heralde bi tek, Kafka okunur. bu dönemin felsefesi ne kadar istemesek de (ya da gönüllü olsak da) bence kafkaesk olmak zorunda.
6-Aydınlanma edebiyatı, Zola-Hugo vb.., eğer kiliseyi mantıklı hale getirirlerse, toplumun kurtulabileceğini düşündüler. Toplumcu gerçekçiler de sermayenin imhasıyla benzer bir şeyin mümkün olacağını düşünüyorlardı. Yani total bir değişim imkanı vardı. Zaten Marks ve Engels de edebiyat üzerine yazdıkları yazılarda, Zola, Hugo, Floubert gibi yazarların gerçekçiliğini takdirle anmışlardı hep. Sovyet edebiyatı, gorki vb.. de bu yoldan ilerledi. 12 Eylül'e kadar, bunlar birlikte okundu, ne var ki 12 eylül'den sonra, 12 eylül öncesinde marjinal kalan, terörizm kitapları, Sabırsızlık Zamanı, Dostoyevski'nin Ecinnileri, bireysel kahramanlık hikayeleri, teşkilatların best sellerı oldu. Bunun kadro tipolojisiyle bir alakası vardı aslında. Belli bir erginliğe erişince, her devrimci, davası için şehit düşecek. "madem ki biz partizanız/zincirin ilk halkasıyız/erken öleceğiz seninle biz". Fakat, kelleyi bedavaya vermeyecek, gitmeden önce ya da giderken, kendisiyle birlikte mümkün mertebe kenefi musalla taşına yatıracak. Turgut'tan önce, zaten toplumu bırakmıştık, artık kendimiz vardık. Fakat, Turgut'ta görüyoruz ki, Turgut aslında bir serdengeçti, lakin yalnız ölüyor, üstelik (bir kere daha söylemek de zarar yok) gayet kafkaesk ve üçüncü sayfaya konu olacak bir ölüm.
7-Peki, Turgut neden böyle ölmeyi seçmiştir. Rus nihilistlerinden kafkaya bir yol var mı?
8-Bana var gibi geliyor. Ve böyle bir şey mümkünse, hakikat ile mutlak doğru arasındaki çarpışmadan çıkacak gibi görünüyo.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Eve Dönmeden: Turgut'un Evsiz İdealleri



Kafası rahat olmayanlara diye başlıyoruz Turgut'un hergününe damga vuran bu işten eve, ofisten odasına dönme ızdırabına. Üniversite yeni bitmiş, anılar hâlâ taze, yüzeye yakın. 'İşte ben buradayım', 'arkadaşlık, siyaset, sanat ne ararsan burada buldum' diyebildiği anda üniversite bitmiş. Belirsizlikler... nereye doğru nasıl yol alınacağı artık garantide değil. Ofisinin yer aldığı Tarlabaşı’ndaki ilk karşılaşmada da muhtemelen bundan bir önceki en yoğun belirsizlik anı yüzeye çıkıyor; ÖSS ve liseden ayrılıp üniversiteye başlamak. Birden hatırladığı Hatun Abla'nın ÖSS'ye giren oğlu, ki ismini bile hatırlayamıyor, tam da Turgut'un kendi belirsizliğine vereceği bir cevabı olmadığı için kendi hayatının belirsiz anlarının hatırlatıcısı olarak çıkıyor karşımıza. Nitekim 6 sene öncesinin ÖSS'ye Hayır yürüyüşündeki yersizlik, üniversiteye yerleşmemiş olmanın benzer hisleri bir flashback ile anlatılıyor: "Şimdi kimle yürüyeceğimizi biliyoruz sanki?"

İşte buradan sonra Turgut, eve dönme fantezisiyle odasına gitmek istememek ile Beyoğlu'nun karmaşık, fırtınalı sosyal atmosferiyle ilişki kurmak arasında bir kavga başlıyor. Burada eve dönmek bir kaçış fantezisini; gideceği ve yalnız kalacağı odası Turgut'a bir yandan yalıtılacağı bir fiili odayı bir yandan geri dönmek istediği hayali huzuru hatırlatıyor. Tam da Beyoğlu'nun kentsel dönüşümüne muhalefet etmekle suç ortaklığı yapmak arasında saf ve masum kalamadığını farkettiğinde en kısa yoldan; mümkünse yalnız kalabileceği taksiyle, bekleme yapmadan, trafikten kaçarak odasına dönme arzusuyla doluyor. Belki de taksiciyle kuracağı yakın sohbet onu rahatlatacak. Kendi suçluluğunu da eski solcu patron Ulaş Bey'de kişileştiriyor; işte orada suçluluk abidesi bir solcu patron; idealler yerini korkulu kabuslara bırakıyor. Suçlulukla yüzleşmenin karşısında odasına, duvarında kendini evde hissettiği dönemden kalma Mecidiyeköy Ahali Hatırası posterine kaçıyor Turgut'un zihin akışı. Hatta "çirkin bakışlarını kadınlardan alamayan dayı ile aynı günahı paylaştığını" farkettiğinde, bırak taksiyi, odasına ışınlanmak istiyor zaman-uzamın tüm fiili sınırlarından koparak.

Sosyal yalıtılmışlıkla mücadelenin tek yolunu fiili gerçekliği olmayan bir hayali eve dönmek yanılgısıyla eş tuttuğunda Turgut'un açmazı iyice belirginleşiyor. Tabi öykünün trajik devamında bu hayalin yaklaşıldıkça kabuslaşan gerçekliğini görüyoruz zira Turgut odasında tecrit olmanın huzurlu olmadığını da biliyor. Odasına her dönmek istediğinde bir şeyler onu alıkoyuyor, mecbur kaldığı odaya dönüş yolu her adımda daha korkunçlaşıyor. Kafasındaki sesler giderek yükseliyor. Tam da kafasındaki seslerden kaçmak için müzikçaları kulağına taktığında anlıyoruz neden zorlandığını; dinlenecek o kadar çok müzik var ki "shuffle rules", o kadar kitap var ki bir tane bile seçilip okunamıyor. Birlikte-varolabileceği bir yapı yok Turgut için; ortak metinler, paylaşılan müzikler yok. Fiziksel olarak odasına dönüp yalnız kalsa bile, bu yalnızlığını paylaşabileceği simgesel bir çatısı yok Turgut'un.

Bir yandan yalnızlığı yalıtılmışlıktan farklı kılacak bir çatının eksikliği, bir yandan da Beyoğlu'nun çoğulluğu içinde mücadele edeceği bir birlikteliği, dalgalı denizde denizcilik yapabilecek bir takanın yokluğu. Ne odasına dönebiliyor Turgut, ne de Beyoğlu'nda kalabiliyor. Ara-mekânda huzursuzlaşıyor gitgide. Gözün gözü görmediği bu karmaşa içinde Turgut kendine bir yer açmak yerine, ona halihazırda verilmiş olan fiziksel mekâna; odasına gitmek zorunda. Yarın iş var ve iş-dışı dünya ona ümit verecek bir yapıdan yoksun.

İstanbul'un beyaz yakalı sıradanlığına hapsolup karada kalmak, denize açılıp açılmama tereddütleri ile açık denizlerde geçen idealist öğrencilik yılları arasındaki uçurum fazla büyük; halbuki okunacak kitaplar, dinlenlecek müzikler, yapılacak devrimler vardı. Bunlar öğrencilikte kaldı diyip geçmek bir seçenek değil; vazgeçilemeyecek kadar hakiki ideallerdi bunlar. Fakat bu idealler üniversitenin bitimiyle çatısız kaldı. Ne iş yerinde, ne de gece uyumaya dönülen o odada yaşam bulabilir; o ideallere bir sığınak yaratamayan Turgut, günahlardan arınmış huzurlu bir eve dönme fantezisi ile odasına dönmeye direnmesi arasında sıkışıyor. İş yerinin ızdırabını herkes ile paylaşan Turgut, iş dışı hayatına da idealleriyle sığınabileceği bir yer bulamadığında işin, zorunlulukların ızdırabı tüm hayatına yayılıyor. Onlardan kaçmanın ya da onlara direnmenin gerçek ihtimalleri birer birer daha da uzaklaşıyor. İdealler açıkta, sığınaksız kaldığında dönüp Turgut'a saplanıyor.

Peki geriye, geride kalmış huzurlu bir eve dönmek mümkün mü? Üniversiteden hiç ayrılmasa mıydı? İdealizmin, masumiyetin mekanlarını terk edip suçluluğun, mecburiyetlerin dünyasına girmek ızdıraplı olsa da, odasındaki yalıtılmışlığa veya geçmişte kalan o huzurlu eve dönmeden idealleri sürdürmek neden mümkün olmasın. Bir-aradalığı keşfeden, düşünsel ve edimsel, ideal ve maddi alanlar açacak bir yapı kurmak,  anne-babanın, üniversitenin koruyucu duvarlarından çıkıp, geçirgen duvarlarla örülü yeni bir sığınak yaratmak; kolektifliği kurmak, yalıtılmışlığa karşı koymak gerekiyor. Kurulacak bu ara-mekânda masum kalmak imkânsız, kafalar artık hiç rahat olmayacak. Ufuksuzlukta çıkılan belirsiz ve mütevazi bir yol; ama ufak da olsa küçük bir takayı birlikte inşa etmek, içine atlayıp yol almak lazım. İşte Turgut'un kafasını rahat bırakmayan idealler, paylaşıldığı, dışsallaştığı takdirde kurulacak yapının tahtaları, çivileri olacak. Yaşadığı ızdıraplı zihin akışı da ancak öteki zihinlerle bir-aradalığını keşfederse hayallerden çıkacak maddi dünyada karşılığını kuracak. Eve dönüşün imkansızlığını tanımak, yeni bir sığınak kurarak bu imkansızlığı yeni ihtimallere yorarak aşmak gerek.

Kurulacak yapı eldeki malzemeye göre. Belki ufak bir taka inşa edilecek işbirliği ile. Deniz çok dalgalı, ufuk muğlak, açık deniz fırkateynlerle dolu olabilir. İdealleri maddi hayatla çelişen Turgut ise karada durmuş, açık denizdeki fırkateynlerle hayali kavgalar ediyor. Subaya atmak istediği omuzu ancak cansız turnikeye atıyor zira taksiye binip dönüş yolunun sıkıcı sahnelerinden kurtulamadığında yine o son metroya mecbur kalıyor. Mecburiyet iyice çığrından çıkarır onu çünkü ideal dünya zorunlulukarı tanımaz; mecburiyetlerin zihinde ağırlaştığı anda o metro turnikesi kocaman bir duvara dönüşür imgesel düyasında. Zorunludur yaşamak, sıradan zorunluluklarla doludur, fakat Turgut sıradan yaşamak istemiyordur o anda; gazeteye en kısa yoldan, trajik ölüm hikayesi ile üçüncü sayfadan girmiştir. Belki de muktedir fırkateynleri patlatan epik bir canlı bomba hayal etmektedir; tam da yetişemediği epik ideal, bombayı Turgut'un elinde, metro altında kalarak ölümünde patlatır. Eve dönüşün imkânsızlığı ile eve dönmeden yaşamayı öğrenmemiş olmak arasında kalınca, tek çare kendini yok etmektir. Kendini hayali bir şüpheli bombacı karakterine büründürür ve terörizm karşıtı uygulamalara yem olur. O uygulamalara karşı yaşama ihtimali ebediyen son bulmuştur.

Can Evren




18 Ekim 2011 Salı

ölüm Üzerine -I-


Mevsimlerin değiştiğini, insanlar nasıl fark eder acaba? Her zaman bunu merak etmişimdir. Bana göre, önce kokular değişir. Bir de sesler. Yazın, taşrada, havada inanılmaz zengin bir aroma vardır. Rüzgar, kızaran bostanların, kavunların, kokusunu, boklu derelerin üzerinde gezdirdikten sonra, ilkbaharın son günlerinde bilmem nerelere sinmiş olan iğde çiğdemlerinin kokusunu gizlendiği yerden çıkartarak, saman tozlarının ve içi alınmış nohut çiçeklerinin kuru kabuklarından sızan iyot kokusuna ekler. Ne var ki, bu zenginlik, anason hasadına kadar sürer. Sonrası malum, bütün kokular, anason kokusuna yenik düşer ve bütün kasaba ağustos ayından sonra, akşamdan kullanılmış rakı bardağı gibi kokmaya başlar... Kışın kokusu yoktur. Güz ise çürümüş samraların, gübrelerin kokusu ve bıçkı motorlarının amansız sesleriyle birlikte gelir. Güzün de aslında pek kokusu yoktur, (küsbe ve çürümüş samraları saymazsak) havalar birden soğuduğu için, sabah yeli de soğur ve burundan çekilen nefes beyne doğru yol alırken, bütün dokuları üşütür. Bu olayın bir kokusu yoktur belki ama tuhaf bir duygusu vardır. İşgören parmaklar burun delikleri, kulak kepçeleri ve el üstleri hafiften çatlamaya başlamıştır, tıpkı , bir köşede buralanan rüzgarın köşeye sıkıştırdığı ve bir süre sonra zamanın tozlarına eklenecek olan asma yaprağının dokusu ve tıngırtılı sesi gibi kırılgandır artık ten. İşte gene böyle bir serinlik, böyle bir rüzgar, böyle bir yaprak ve böyle sepya renkli ışıklar saçan bir eylül sabahında; Kepi İsmail'in oğlu ölmüş denildi. Oğlanın ağır yaralı olduğundan haberdardık, hatta, akşamdan abisini arayıp, durumu hakkında bilgi almıştık. Neticede sabaha çıkmak nasip olmamış. Üç derin bıçak yarası, altı - yedi tane çizik kabilinden boğuşma izi.
Bunda iki yıl önce köyün en fakir ailelerinden birisinin 15-16 yaşlarındaki kızlarının hamile olduğu duyuldu. Kız biraz safça, samıt (lâl) bir kız. Muhtemelen bir sürü erkek onu kaldığı özürlüler okulunda istismar etmişlerdi. Buralarda da bu olay bir şekilde duyulmuş, ve muhtemelen bazı ergenler, buluğ arzularını bu kızcağızın üzerinde deneyimlemişlerdi. Kızın komşularından bir kısım ergen, karakola alındı sigâya çekildi. Kız içlerinden birisini 'bebeğin babası olarak' teşhis etti. Sonra teşhis edilen oğlan da reşit olmadığından ve aile de asla bu gayr-ı meşru çocuğu kabul etmeyeceklerini duyurduklarından, oğlan bir süre tutuklu kaldı ama ilk DNA raporlarında suçsuz çıktığı için, serbest bırakıldı. Malum küçük yer, oğlanın başı belaya girmesin diye, Antalya'ya kaçırdılar, bir atölyeye çırak olarak soktular. Kepi'nin oğlu işte, son gününde gene bu atölyeye gitti, öğleye kadar çalıştı, öğle yemeğini yedi. Öğleden sonra, saat 3'teki çay molasına kadar tekrardan çalıştı.Dükkandaki kamera, onu en son katiliyle birlikte çay içerken, mola masasında kayıt etti. Birlikte kalkıp, alt kattaki işliğe indiler ve aşağıda ne yaşandı bilinmiyor. Lakin, katil iki gün sonra teslim oldu. Bıçağı teslim etti, 'anama-avradıma küfür ettiği için vurdum onu' (o da 17 yaşında ve bekar bi oğlan çocuğu) demiş teslim olduktan sonra.
Haber geldikten sonra, haliyle cenaze evini ziyarete gittik. Daha cenaze yok, otopsi için adliye ekibi bekleniyo; günlerden cumartesi, otopsi için bekleyen onlarca cenaze varmış. Neyse ki, maktulün akrabalarından birisi, hastanede odacı mı ne, 'çok şükür' onun sayesinde, Kepi'nin oğlunun otopsisi öne alınmış. Defin, öğle ile ikindi arasına yetişebilecekmiş....
Eskiden, köyde cenaze olunca, komşular, yabandan gelenler aç kalmasın, acılı ailede bu işlerle uğraşmasın diye, cenaze evine siniyle yemek taşırdı. Mesela annemin standart bi menüsü vardı. Şehriye çorba, patates kızartma, yoğurt, salata bi de artık o gün evde yenecek ne varsa... Bir de sinideki yemek kaç kişilikse o kadar da kaşık. Bu yüzden, bizim kaşıklar, çatallar hep boyalı olurdu. Annem 'bellik' derdi...Artık böyle bir şey yok. Aile, yemek meselesini de çözmek zorunda malum 'laf' olur. Bu da herhalde modernliğin feodal görünümlerinden birisi daha. Evin önünde bir temele yaslandık, bir yandan bunları düşünüyorum bir yandan, ailenin bundan sonraki yaşamı nasıl olur onu tartıyorum kendimce. Aile yoksul, baba kanser, ortan oğlan meczup, büyük oğlan kasap, küçük oğlan ise maktul, otopsi sırası bekliyo. Erkekler, tedirgin tedirgin oturuyo. Kadınlarsa, herhangi bir beşerin hançeresine sığmayacak çığlıklarla ağlaşıyorlar. Her gelen olduğunda, hıçkırıklara boğulmuş, sönümlenmeye yüz tutmuş yas, yeniden alevleniyor, 'bakamadık mı sana, köpekler gibi attık mı seni, sana damat elbiseleri alacaktık, gücenme oğlum bize, küsme e mi..' hıçkırıklar, öğürmeler arasında bir kere daha başa sarılıyor.
Sanayi tipi ocaklar komşunun bahçesine kurulmuş, kazanların altı harıl harıl yanıyor, bir yanda yaslar tütüyor, bir yanda şehriyesi tereyağıyla kızartılmış pilav buram buram kokuyor, rüzgar kuru bi asma yaprağını yakasından tutmuş, yaprağı bir köşeye sıkıştırmış bırakmıyor... Tıpkı ailenin yakasına yapışan fakirlik gibi, silkeledikçe silkeliyor yaprağı... Onları yoksulluğun yakasından, ölüm gibi (hele ki genç ölümü gibi) mutlak bir duygu bile kurtaramıyor. Mahallenin kadınları ve yakın akrabaları saymazsan, pek gelen giden yok... Burada ne siyasetçilerin rıza devşirmek için arz-ı endam etmesine, ne de tüccarların bağlantıyı korumak ya da geliştirmek için görünür olmasına gerek var.
Hülasa cenaze geldi, namazına yetişemedik ama, cenazesine katıldım ben, çok kalabalıktı, ilk defa bizim köyde bi cenaze omuzda değil, arabayla götürüldü. Otopsiden ve yaralardan dolayı dediler. Sonra Enver Hoca, ki bizim imam nikahını kıyan, çocukluğumuzda bize elif-ba öğreten imamdır, o inanılmaz duygulu sesiyle yeri göğü titreten duasını etti. Ardından elham okundu, cemaat dağılırken, mezara üç avuç toprak attı, kapıdan tek sıra merhumun yakın akrabalarıyla helalleşilerek geçildi. Geride Enver hoca, merhum ve aralarındaki talkın kaldı.
Olayın arka planını abisine sordum sonra, inek kestiğimiz bi günde, aralarında ne geçtiği tam olarak bilinmiyomuş katille; olaydan bir gün önce ikinci dna sonucu gelmiş ve oğlan kesin olarak temiz çıkmış komşu kızı meselesinden ve oğlan öldürüldüğü günün kuşluk vakti, adadıkları adağı kesmişler meğer 'ne yapsak olmadı' diyor. Ameliyat esnasında 70 üniteden fazla kan vermişler, her şey olmuş ama karaciğerin ardında bir bağ varmış orayı çözememiş doktorlar, abisi ameliyat çıkışı kardeşini görmüş, yüzü bembayazdı abi bir de gözünde bi damla yaş vardı diyor. bu içine çok oturmuştu bir de naaş geldiğinde çocuğun yüzünü anasına babasına göstermemişler, gene otopsiden dolayı, diyo ki 'anam babam, konu komşu, bizim oğlanı güzel hatırlasınlar istedik...'
Ben, rahmetliden çok hoşlanmazdım, yalan değil, en son iki ay kadar önce bizim yeni mekanın arkasından bostana doğru yürürken, onu bi motosikletin üzerinde görmüştüm, saçlarını özenle taramış, jöleleyip parlatmıştı, üzerinde beyaz bi tişört, bir de kot-mont takım vardı; öğle güneşi derler ya resmen parlatmıştı oğlanı.... İlk bakışta bilemedim, herhalde, istanbul'a geldiğimden beri görmemiştim, ne kadar değişse de, siması aynı. Tanıdım sonra, içimden 'it herif, yakışıklı olmuş, tabii bu yakışıklılıkla elin gariban kızının başını yaktı..' diye düşünüp, yüz çevirdim, tanımazlıktan gelip, selam vermeden yürüdüm. O da beni tanıdı, elbette neler düşündüğümü tahmin etti, 'çok da sikimdeydi' dercesine motoru gazlayıp, hafifte kazıtarak lastikleri, bastı gitti...
komşu kızıyla aralarında ne geçti, bilen yok. Belki de kız oğlanın yakışıklılığından dolayı, karnındaki talihsize baba olarak onu seçti, zaten de bir arada büyümemişler miydi? Sonuçta, ben de, bütün köyde çocuğun hakkını yemiş olduk.Helalleşmek, divana kaldı; şimdi ailenin onunla ilgili son arzusuna boyun eğip, onu o motorun üstündeki bıçkın, ergen, parıltılı ve yakışıklı haliyle hatırlayacağız...

10 Ekim 2011 Pazartesi

aaa, naaber yaa?


Bi kısmınız biliyosunuz, dertliyim buraya geldiğimden beri. Buraya da dert yazasım gelmedi, hiç yazmadım. Ama bugün, gece 12'de girip 2'de çıktığım
Butler Library denen devasa ve çok güzel aydınlatılan yapıdan çıkınca şöyle bi arkama baktım ve tuhaf bişey oldu, böyle bi içim titredi... O binaya "ah ulan böyle kütüphane İstanbul'da olaydı hepimiz burda yaşardık" demeden ilk kez baktığımı fark ettim.

Bina kendi başına ihtişamlı bi bina, çok büyük, çok görkemli. Bi de bu lüksün sadece içinde kitap ve öğrenci tutmaya yaradığını bilmek çok acayip.


Bu kütüphane evimden 50 mt. ötede bulunuyor ve içinde 2 milyon kitap var, bunu bilince insan bi gidip geliyo öte tarafa. E hadi diyelim ben de dört gündür evden hiç çıkmamıştım, ilk gördüğüm binaya yazmamda da bi tuhaflık yok. Ama daha önce de bu şartlar vardı, hiç de böyle bakmadıydım bu binaya, ne değişti bilmiyorum.

Ama yine de bi başka türlü hissettim. Hani yıllardır tanıdığın arkadaşının yanında çok güzel bi manita görünce, şöyle bi daha bi bakarsın ya arkadaşına, "ulan sende bi numara vardı hakkaten, neydi?" dersin ya kendi kendine, öyle işte...

11 Eylül 2011 Pazar

Kafası rahat olmayanlara

Geçen akşamlardan birinde taksimden dönerken aklıma kısa film senaryosu şeklinde gelmişti metrodayken notlar almıştım unutmayayım diye. Zira aklım biraz hızlı çalışıyordu malum sebeplerle. Eve geldikten sonra yine malum sebepler yüzünden yarım kaldı. Sonradan öyküye döndürdüğüm bir hal oldu. Paylaşım olsun dedim buraya da ekleyiverdim. Selamlar...




Bilgisayarının kapatırken Turgut, Hatun Abla’nın üstündeki Boğaziçi köprüsü, Ayasofya, Galata Kulesinin yan yana yer aldığı “İstanbul” tişörtü dikkatini çekti. O da evden çıkarken içine giyecek fanila bulamamış, bu tişörtün beyazından giymişti. Gittiği bir İKSV etkinliğinde beleşe dağıtmışlardı, ara sıra dışarı çıkarken kotun üstüne geçiriveriyordu. Ama kadınınkinin soluk rengine ve üstündeki çamaşır suyu lekelerine bakılırsa onun için işlik görevi gördüğü belliydi. “İyi akşamlar, Hatun Abla” dedi Turgut laptop çantasına yeni aldığı teknolojik telefonun USB kablosunu yerleştirmeye çalışırken. Oturup iki kelam etmek istedi Hatun Ablayla; bu sene üniversite sınava giren çocuğunun neticesini merak edivermişti birden. Hâlbuki yerleştirme sonuçlarının açıklanması üzerinden bir aya yakın vakit geçmişti. Bu bilgiyi de şımarık kuzeninin Yüzüncü Yıl Üniversitesi Psikolojiyi kazandığını müjdeleyen teyzesinden öğrenmişti. Oğlanın adını aklına getirebilse belki Hatun Abla’ya soracaktı lakin başaramadı. Birden yoksa seneye mi girecekti diye şüpheye düştü. Değişen sınav sisteminden, lise eğitiminden bir haberdi. Kendisinin aynı dertle tebelleş olduğu yıllardan bu yana epitopu 6 sene geçmiş olduğunun idrakine varınca hayrete düştü. “Ne sistemmiş arkadaş!” Boğaziçi’ni kazandığı senenin sonrasında Kadıköy’de katıldığı ‘ÖSS’ye Hayır!’ mitingi aklına geldi: Natulius’un önünde kimle yürüyeceğini kestirmeye çalışan hali, gülümsedi. “ Şimdi kimle yürüyeceğimizi biliyoruz sanki?” diye geçirdi içinden.

Hatun Abla tabi ki Turgut Bey’in, oğlancığının –açıkta kalmış Harunun- ismini hatırlayamaz halinden habersiz ve umarsız yarın denetimden evvel pırıl pırıl yapmak zorunda olduğu ofisin yerlerini paspaslıyordu. Öyle buyurmuştu çünkü eski solcu Patron Ulaş Bey. Sigara sarısı bıyıklı, rakı kırmızısı suratlı gözleri fırdöndü, şorolo Ulaş Bey. Turgut, Harun ismini daha fazla hatırlamaya takat bulamayarak; sadece anlayışlı gibi bir “Kolay gelsin.” diyebildi Hatun Abla’ya.

Saatine baktı Tarlabaşı Bulvarı üstündeki çalıştığı ofisinden çıkarken. 22.47’ydi. “ Madem bu saatte çıkmışım işten, şu istiklale çıkıp bir yerlerde iki bira çakayım” diye düşündüyse de bu dâhiyane fikri aklından çıkarmak çok sürmedi. Zira, bir zamandır İstiklalde turlamak pek tat vermiyordu Turgut’a. “Kafam rahat değil” diye geçirdi içinden. Pek içinden geçirememiş ki, karşıya geçmek için beklediği ışıkta insanların ona garip garip baktığını gördü. Bir çocukla göz göze geldi, üstünde kendininkinin bir benzeri İstanbul tişörtü vardı, üstündeki yağ lekelerini görüp, çocuğun da kendi gibi işten çıktığını düşündü. Çocuğun bakışlarındaki keskinlik Turgut’a oraya ait olmadığını hatırlatıyordu. Daha iki sene önce okuldan arkadaşlarıyla kentsel dönüşüm belgeseli çekmeye çalışırken, Tarlabaşı sokaklarında fink atıp, insanlara mikrofon uzatıp, hasbihal edip, çaylarını içip Toki’ye belediyeye onlarla beraber küfreden o değildi sanki. İşe girerken ofisin Tarlabaşı’nda olmasına sevinmişti, üniversitedeyken Halkların Kardeşliği adına çok kültürlü bir anlayışla danslarını izlediği, bir sürü derste madun hikâyelerini dinlediği, evlerinin yaşam alanlarının yıkılmaması adına eylemlere katıldığı insanlarla “Kürtlerle”, “Romanlarla”, “Travestilerle”, “Siyahlarla” içi içe olacaktı. Ama dahasını anlayamamıştı ki onun işyerinin ve yeni yapılan nicelerinin oradaki mevcudiyeti oradakiler adına bir tehditti, polisti, belediyeydi, devletti… O bakışlarda bunları hissetti Turgut. Karşıdan karşıya geçerken bunları geçiriyordu kafasından, beyninin koyverdiği flashbackler eşliğinde. Beyincik omurilik bir olmuş; karnında da ufak bir sıkışma hissetti Turgut. “Tam ait gibi de hissetmemiştim aslında, daha farklı… Neyse!”

Turgut karşıya vardığında çoktan telefonun MP3 nü açmış, kulaklıkları takmıştı bile. Bu haletiruhiyeme hangi şarkı gider acaba diye düşündü, sona erdiremeden her zamanki tarifeyi seçti. “Shuffle rules!” İşten geç çıkmıştı, yarınki siktiminin denetimi için mesaiye kalmıştı. Fazla mesainin devlet olsun, özel olsun tedavülden kalktığı yıllardı bu yıllar. Her uzvu ayrı ayrı ağrıyordu. Dedik ya, kafası da hanidir pek rahat değildi. “En iyisi, ben şuradan bir taksi çevireyim de eve gideyim.” diye düşündü içinden. Durmadı, “Hem iki biramı evde çakar ucuza getiririm” diye düşünüp kendine ufak mutluluklar yarattı. Hatta “Boru değil! Taksimde en boktan yerde bile bir 50lik 7-8 liradan aşağı değil.” deyip potansiyel tasarrufunun gamzesini belirginleştirmesine izin verdi. Şansı varsa Turgut’un, belki Behzat Ç.’nin tekrar bölümlerinden birine bile denk gelebilirdi.

Bir yandan eve gitmek için bin bir hoş gerekçe bulurken, bir yandan “ taksiye şu kadar veririm.” , “evde bira var mıydı?” diye kafasından hesap yapıyordu. Boş taksi geçmeye, sırasıyla ilk önce Tarlabaşı Polis Karakolu önünde barikatlar içindeki panzere sonra hemen üstündeki duvarda yükselen bir kadınla bir erkek polisin gülümseyişleriyle bezeli “Halk için Emniyet, Adalet için Hizmet’” sloganlı Emniyet Müdürlüğü reklamına bakış attı. Cıkcıklayarak kafasını camekanında indirim muştalayan perukçuya sonra da A4 fotokopi kağıdında damping afişini asılı olduğu metruk binaya çevirdi. Uzağında iki sarhoş kavga ediyordu, onların küfürlerine içinden nedensizce savurduğu bir küfürle eşlik etti. Hayyam köprüsünün oradan boş bir taksi sellektör yaparak gelirken gözüne “Beyoğlu Belediyesi, Sahaf Festivali, TRT yanı, Tepebaşı” kelimeleri ilişti bir afişte, tarihini kontrol edesiye taksi korna çala çala geçti yanından. Neyse ki bazı bazı denk geldiği üstünde sevdiği bir grubun konseri haberinin veren lakin bir hafta öncesinden kalan o afişlerden değildi bu. Gideceğinden değildi belki ama yüne de üzülürdü böyle afişlere rasgeldiğinde Turgut. Ne zamandır alacağım kitaplar vardı diyerek, hemen kendine bir rota çizdi ufaktan heyecanlanarak. Şişhaneden de metro yapar, taksi-bira parasıyla bir kitap daha alırım diye düşündü. Gizemli-entel kişiliğiyle küçük hesap insanı memur hali arasındaki gelgit hızına şaşırarak Tepebaşı’na doğru yürürken bulursa almayı düşündüğü kitapları evirip çeviriyordu kafasında. Sidar, Ishiguro’dan bahsetmişti geçen. “Bu aralar Erich Fromm okusam nasıl gider acaba?”, “Ne zamandır şiirde okumuyoruz: Neydi, Seyhan Erözçelik’in bir şiirini okumuştum bir yerlerde, onun kitabına bakmalı.” “Geçen Karaburun gezisi Vedat Türkali’nin ‘Mavi Karanlık’ kitabını hatırlatmıştı, bir daha okumalı. Kim bilir kime verdiydim, evde yok.” Ayrıca kaçtır iyi kötü düzen kurduğu lakin bir türlü sahiplenemediği –iyisidir belki- , gecelerini geçirdiği, çokça yalnız kaldığı, seviştiği, uyuduğu odası için afiştir posterdir bir şeyler almak istiyordu. Duvarlarında yalnızca arkadaşlarının hazırlayıp bastırdığı, doğum gününde hediye ettiği Mecidiyeköy Ahali Hatırası posteri dışında başka bir şey asmamıştı. Bunca zaman sonra daha mı sahiplenmeye çalışıyordu ne. Ahmet Kaya çalıyordu. “…bütün aydınlıkların içine süzebilmek gibi mülteci isteklerim oldu, biliyorsun…” “İyi gitti be!” diye düşündü Turgut, başka bir parçası çalsaydı iyi gidip gitmeyeceğini düşünmeyerek. Kafası rahat değildi bir kere, bunu bu yaz çok sık yaptığı uzun ve rahatsız otobüs yolculuklarında bir hayli Ahmet Kaya dinlemiş olmasından çıkartabilirsiniz.

Birden yanından geçen “ilginçlikler insanı” sayısının artışını fark eden Turgut Mustafa Amca’nın arka tarafından geçtiğini anladı. Kulaklıkları kulağından çıkarttı. Çay molası mı versem diye düşündü. Bir hareketlilik fark etti pasajda. Zabıtalar tabureleri topluyordu, bu uygulama bu aralar başlamıştı, dışarıdaki tabureler, masalar toplanıyor, sokakta müzik yapanların enstrümanları ellerinden alınıyordu. Belediye durmuyor dört bir elle çalışıyordu. Öte yandan bu uygulamaya karşı düzenlenen eylemler çok çiğ geliyordu Turgut’a, bu kafada hiç bulaşmasam diye düşündü. Kulaklıkları geri takarken kolundaki yakın tarihli izler gözüne çarptı gene, bu kez karından yukarı doğru ikinci bir sıkışma hissetti. Buralar sık geldiği yerlerdi, bu rahatsızlıkla pek bir kimseyle karşılaşmak istemiyordu, belki de birileriyle karşılaşmaktan korkuyordu. Bu tedirginlik ve ikircikle çay içmekten vazgeçti. Bu aralar, kafasını rahat olmadığını hem manen –dalıp gitmelerle, kâbuslarla- hem fiziksel –sıkışmalarla seğirmelerle- hissetmek canını sıkıyordu. Kendine kızıyordu biraz biraz. Ne de olsa o böyle biri değildi. Pek alışık değildi bu duruma. “Ailem, sevdiklerim de pek değil galiba” diye hisseti ajite bir halde. “Ben de bu aklıselimliğe kaptırmışım kendimi yuvarlanıp gelmişim. Ne var yani!” diye devam etti, ajitasyonun doruklarında. Bir sonraki sıkışmaya kadar sorumluluğu kediye yüklemiş, rahatlatmıştı biraz kendini.

Turgut’u bu alemden bu sefer yüksek müzik, şık ve yazdan kalma bu sonbahar akşamına yakışır giyinmiş, bol dekolte, bol parfümlü kadınlar uyandırdı. Yunan turist kafilesini taşıyan tur otobüsünün altında kalma tehlikesini atlatıp uzaktan sahaf müşterileri sandığı kalabalığın arasına daldı. İnsan profilinden ayıkamadığı durumu, girişinde “İstanbul Fashion Week” yazan çadırdan ve güvenlik görevlilerinin iriliğinden anladı. Bu insanlar, içinde ne olduğunu anlamadığı Fashion Week çadırına girebilmek için sıra bekliyorlardı ve saatin gayet farkında olan sahaflar da çoktan tezgâhlarını toplamışlardı. Kalabalıkta gözünün sürekli güzel kadınlara takıldığını farketse de Turgut, yanı başında hiç tereddütsüz çirkin bakışlarını kadınlardan alamayan dayı ile aynı “günahı” paylaşıyor olma hissiyatı ile kendini toparlayıp, bakışlarını dayının gözlerine dikti, uyarırcasına. Dayının aymazlığı, parfüm-ter-şehvet karışımı kokunun yoğunluğu ve Turgut’un hiçbir zaman bu derece hissedemediği insanların orada dikilirkenki özgüvenleri midesini bulandırdı. Fazla mesaisine de, Fashion Weekine de, belediyesine de diye küfürlerini kendine saklamayarak kalabalığı yarıp dışına çıktı.

Odası bir anda ışınlanmak istediği sıcacık yuvasına dönüşmüştü kafasında. Ama hemen ardından odanın boş duvarları, yalnız başına, önünde kahve bilgisayar ekranında her entelin bir popüler kültür dizisi vardır şiarıyla seçtiği dizi eşliğinde uykunun gelip onu almasını beklediği hali geldi gözüne. Karmakarış bir halde istiklale çıktı. Kravatını gevşetti. Öfkeliydi, camekânlarda kendini gözlüyordu, gömlekli, kravatlı, laptoplu hali çok itici geldi gözüne. Bir çocuk bile kafasının rahat olmadığını anlayabilirdi. Yürüdü meydana doğru, metroya doğru. Sonun başlangıcı bir yürüyüştü sanki. Yolda GBT’ye denk geldi, bir sürü dil konuşan bir sürü turist gördü, yeni yapılan Demirören binasının ışıkları gözlerini kamaştırdı, Maraş dondurması satan çocuğun turistleri etkilemek için dondurma demiri ile vurduğu çanın sesi kulağını tırmaladı. Bir iki apaçi kılıklı tipten omuz yedi. Para isteyen bir şarapçıyı tersledi, okuldan tanıdığı bir arkadaşıyla göz göze gelmemek için gözlerini kaçırdı. Camekanlarda kendini gördükçe öfkelendi, kravatını çıkardı, çantasına koydu, gömleğinin düğmelerini çözdü bir bir. Karnındaki sıkışma git gide başına ulaşmış, şakaklarında zonklama olarak kendini hatırlatmaya başlamıştı. Son metroya yetişmek için, odasında varıp tek başına kalmanın huzuruna ermek için adımlarını sıklaştırdı. Meydandaki taksi cümbüşünü yarıp, metroya attı kendini. Tarifi zor, daha önce içine düşmediği hissiyatlarla yürüyen merdivenleri koşar adım indi, ondan başka pek insan yoktu. Son metroyu da kaçırabileceği ihtimali onu iyice tedirgin etti. Kaçırmış olsa geri çıkıp taksiye binecek takati görmedi kendinde. Gözü kendinden başka insan arıyordu önünde arkasında. Bir yandan da çantasından cüzdanını çıkarmaya çalışıyordu. “Neden hep böyle zamanlarda kaybolur şu cüzdan göt kadar çantanın içinde.” diye geçirdi içinden. “İn in bitmez de. mına kodumun metrosu.” Turnikelere yaklaşırken hala eline gelmemişti cüzdan. Tüm bu öfke, yılgınlık ve sinirle, “S.kerim akbilini” dedi içinden, turnikelerden atlamak aklına düştü. Hoşuna gitti bu fikir, ama biri görüp durdurursa son metroyu kaçırabileceği aklına geldi aynı anda. Üniversitede de yemekhanenin turnikelerinden para vermeyip atlarken ki heyecanını hatırladı. Mezun olmazken ki halini, kafasının daha bir rahat olduğu, arkadaşlarının bir kısmının bir yerlere gitmediği, daha bir çoğul hissettiği zamanları, sevdiği insanlarla daha fazla çay içmeye vakit bulabildiği, belki dünyayı olmasa bile kendini, ilişkilerini, çevresini dönüştürmeye olan inancının daha sıcak olduğu zamanları… Turgut gözüyle etrafını kolaçan etti. Arkasında onu görecek kimse yoktu, turnikelerin yanındaki camlı bölmede güvenliğin oturduğunu tam turnikenin önüne gelince farketti, ama tereddüt etmedi. Gözlerini yumdu ve turnikeden atlayıverdi. O turnike yer altı adamının bir türlü omuz atamadığı subaydı sanki bu haliyle. Belki de o günkü belediyeye karşı hıncını, öfkesini bir kısım dindirecekti böylelikle. Belki de sadece son metroya yetişmek için ufak bir kaçamaktı. Ama bu kaçamak güvenlik bölmesinde uyuklayan görevlinin gözünden kaçmadı. Turgut’un arkasından bulunduğu yerden çıkıp bağırdı. “Hop bilader! Nereye?” Turgut sesi duyunca bir an duraksadı fakat içi içine sığmıyordu, keyfi fazlasıyla yerine geldi. Elinde çanta, aşağıya doğru koşmaya başladı. “Akbilini bir, onu çıkaranı iki sefer s.keyim! ” diye küfrü bastı yer altı subayına. Güvenlik görevlisi telsizden anons geçip Turgut’un peşinde koşmaya başladı. Turgut yorgunluktan eser kalmamış, ağzı kulaklarında son merdivenleri de üçer beşer indi. Güvenlik de arkasında. Metro daha durağa gelmemişti, tünelin girişine metronun çıktığı yere doğru yöneldi. Gidebileceği bir yer yoktu artık. Sarı çizgiyi bile geçmişti. Güvenlik, Turgut’un elektrik akımının olduğu raylara doğru düşmesinden çekinerek adımlarını yavaşlattı. Turgut bir yandan kahkaha atıyor, bir yandan küfrediyordu. O küfürler bir yerden sonra sayıklamaya döndü, ne dediği anlaşılmıyordu. Güvenlik tehlikeli olabileceğinden korkup, daha fazla Turgut’a yanaşmayarak, yine anons geçti. “ Şüpheli şahsı tünelin girişinde kıstırdım, yardımcı ekip gelsin. Tamam!” Turgut ne yapacağını bilemez sayıklar halde, çantasını açtı laptopunu çıkardı. Diz çöktü. “Ulan bir kere turnikeden atlasam ne olacak belediyemi batar devlet mi çöker, gören de babasının malı sanır işgüzar göt!” O esnada, bir metro güvenliği ve 2 polis daha koştura koştura yanlarına doğru geldi. Polisler silahlarını doğrultup Turgut’a doğru seslendiler. “Dur oğlum, yanlış bir şeyler yapma.” Yavaş yavaş üstüne doğru yürümeye başladılar. Turgut kararlı bir şekilde doğruldu. “Bir siz eksiktiniz .mına koyiim” dedi. Laptopu eline aldı. Laptopu şirketten vermişlerdi, üstüne zimmetliydi. Onu yere vurabileceği, parçalayabileceği fikri içini ısıttı bir anda. Ona rahat vermeyen tüm şeylerin sorumlusu bu elindeki ufacık aletti o an için. Sanki yere çalsa, sonra da o karanlık tünele fırlatıp atsa tüm zincirlerinden boşalacak gibi hissetti. Derken yanındaki tünelden gelen metronun sesini duydu. Turgut’un en son duyduğu bu tiz siren sesi ve tok bir silah sesiydi. Metronun kornasından ürkmüş olacak laptopu elinden kaymıştı. Silahlı olan polis de laptopun bir bomba olabileceği korkusuna kapılıp –veya alışkanlık- yasal mermisi ile Turgut’u etkisiz hale getirmek için dizine doğru ateş etmişti. Turgut dengesini kaybetti, raylara doğru, gelen metronun önüne doğru kendini bırakırken yüzü gülüyordu. Gözleri ışıktan kamaşmışken tek söyleyebildiği: “ Tüm sarı çizgilerin .mına koyayım!” oldu. Ertesi gün Turgut’un gömleğinin arasından gözüken kan lekeli İstanbul tişörtü 3. sayfa haberleri arasında üniversite mezunu başarılı gencin akıl almaz intiharı adlı haberin üstündeki fotoğraftaydı.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

METALCİLİĞİN PARAYA DÖNÜŞÜMÜNE DAİR

Metalci olmak ne demekti: Siyah giymek, metal dinlemek, metal konuşmak, konsere gitmek ve konserde metalciliğe uygun bir şekilde eğlenmek, yani kafa sallamak… Yani metalci olmak için bir şeyler yapmak gerekiyordu; kişi, siyahlar içerisinde dolaştığında metalci olarak imlense de, hem kendisini, hem de diğer metalcileri, metalci olduğuna inandırmak için eyleme geçmek zorundaydı.

Konserler bu açıdan bir tür sınav yeriydi. Gerçek “fan”lar, sabahın köründen gider, sıraya girer, güneşin altında kavrularaktan, kimi zaman şarkı söyleyerek, kimi zaman küfür ederek konseri beklerdi. “VIP biletlerin” olmadığı dönemlerde, bir konseri önde izlemenin yolu, iddialı olmaktı ve sabretmekti, yorulmak bilmemekti. Grupla tanışmak içinse, ya metalci çevreden sağlam arkadaşlar edinmiş olmak, ya müzisyen olmak, ya da konser için çalışmış olmak gerekiyordu (ki bunlar da metalcilikte ısrarın getirdikleridir aslında bir şekilde).

Sonra, VIP bilet denilen hadise çıktı ve sahne önünde barikatlarla oluşturulan belirli alanlar, daha fazla ödeme yapan izleyicilere açıldı. Böylece, parayı veren öne geçebiliyordu artık, konsere geç bile kalsa yer problemini çözebiliyordu.

Metalciler olarak, uzun zamandır aşinayız buna. Bu alanda da çalışmış biri olarak, sahne önündeki barikatın kaldırılmasını isteyen bir grupla tanışmıştım. Bir dedikoduya göreyse, dünyaca ünlü bir metal grubu, VIP-öteki ayırımını yapan barikatın kaldırılmasını istemişti. Bugün seyirciye sahip çıkmak diye bir şey varsa, herhalde böyle bir şeydir: “You are great”, “Thank you”ya doyduk.

Uzun zamandır metal konserine gitmiyordum. Geçen Pazar, 10.07.2011, Judas Priest ve Whitesnake’in sahne aldığı konsere gittim. Saat 5 buçuk gibi ordaydım ve Pentagram’ı kaçırmıştım! Oysa her yer güneş olduğundan konserin akşam üstü başlayacağını düşünüyordum (evet, sabır ve dirayetle çelikleştirilmiş bir iradeye sahip olduğum söylenemez). Whitesnake ise gün kararmadan sahne alacaktı. Judas ise görece erken bir saatte bitecekti. Belediyenin ses sınırlamalarıyla ilgili olduğunu düşündüm.

Beni esas şaşırtan ise, VIP alanının genelde alıştığımdan daha geniş olmasıydı, konser alanının yüzde 40’ını kaplıyordu belki de (normalde bu alan yüzde 10’dur). Artık bilemiyorum, metalciler mi zenginleşti, konsere giden insan sayısı mı arttı. Bir diğer yanda da, VIP teras vardı! İsteyenler, uzaktan da olsa, görece yüksek bir yerden sahneyi rahatlıkla takip edebiliyordu. Rahatlıkla: Bir zamanlar heavy metalin en büyük dertlerinden biriydi bu kavram. Korkutmaya ve ürkütmeye çalışıyordu heavy metal, karanlıklara bakmaya çağırıyordu. Şimdi ise, parasını basan, daha önden izleyebiliyordu; parayı basansa terasın nimetlerinden (ki bu nimetlerden biri de gölgeydi).

Dolayısıyla, en metalci olma kriteri, basit bir iki hamleyle, sabırdan, inançtan ve ısrardan alınıp, paraya tercüme ediliveriyordu. İnsanın bedeninde iz bırakır bir metal konseri. Yorulursun, boynun ağrır. İstersen sarhoş da olursun. Birileriyle beklersin, birilerinin seni itmesinden rahatsız olursun, tanımadığın birileriyle kol kola kafa sallarsın, muhabbet edersin. Dolayısıyla metalci olmak, bedeninin imkanlarını zorlamaktır. Şimdiyse bütçeni zorlaman yeterli; böylece diğerlerinden daha imtiyazlı olursun.

Grupları suçlamanın alemi yok: Metal hiçbir zaman politik anlamda radikalist olmadı. Judas’tan da, herhangi bir gruptan da, bunlara karşı bir tutum geliştirmede öncülük etmelerini beklemek, saçma olur. İhtiyacı olanlar talep etsin.

Ancak, bu resim konserin ancak yarısının resmiydi. Konserin diğer kısmında, metal miti devam ediyordu. Şöyle diyim; ortamdaki tahmin ettiği konformizm katsayısı (ki sahne önü bölümünün genişliği ve teras izleyicilerinden etkilenmişti), Whitesnake’i izledikten sonra, Judas’ta sahneye yakın olmak için bir plan oluşturmamı sağlamıştı. Konser başlamadan bir 15 dakika önce gelerek daha önde olabileceğimi düşünüyordum. İşe yaramadı. Cabbar metalseverler, sahne önü kısmının arkasında kalsalar da, çatır çatır beklemişlerdi Judas’ın çıkmasını. Dolayısıyla beklediğim kadar öne geçemedim; ancak hak ettiğim kadar öne geçtim. Yani bedenimi zorlayabildiğim kadar; yani metalciliği gerçekleştirebildiğim kadar. Bana adaletli görünüyor.

Ayrıca, şarkı sözlerini bilen, şarkılara eşlik eden, gaz bir kitle vardı. Metalin bu ülkede kendine özgü (ziyadesiyle sosyolojik yoruma açık) bir anlamı olduğunu ortaya koyuyordu ortamdaki metalci enerjisi.

Öte yandan, bence konserin en önemli ayrıntılarından biri, konser alanının dışında, Maçka parkının oralardaki bir ağacın tepesine çıkıp konseri izleyenlerdi. Konser alanının içinde olmasalar da, konserin en metalci eylemlerinden birini yaptılar. Metalin, metalcinin olmanın, bir tür performans olduğunu, metalin sahnede icra edilen bir müzikten öte bir şey olduğunu, metalde sahnenin bir tane olduğunu varsaymanın ne kadar yanıltıcı olabileceğini gösteriyorlardı. Bir ağacın tepesinde tüm gece metal konseri izlemek, hem de beleş: İşin içinde yasadışılık var, risk var, aşırılık var, daha ne olsun, bundan daha metalci ne olabilir ki?

Hiçbir metal grubundan özellikle anti-kapitalist ve devrimci şarkılar ve hareketler beklemediğimi söylemeliyim. Ancak, eğer ki Judas Priest ağaç tepesindeki metalcileri selamlasaydı; herhalde çok efsane bir hareket olurdu. Eminim ki, metalciliğin performanstan paraya çevrildiği günümüzde de, çok politik, çok anti-kapitalist bir hareket olurdu.

Metalciliğin bu kadar paraya çevrilebildiği yerde ne yapmalı? Valla, ben kulüp konserlerine gitmek gerektiğine inanıyorum. Zira orada, sahne önüne ayrı bilet yok. Poz yapma şansı yok. Gidersin, ne kadar kudurmak istersen o kadar kudurursun, grup da iki adım önündedir. İletişim çok daha sıcaktır. Cüzdanın kudreti değil, metalci dirayeti işler böylesi konserlerde. Bu yüzden bu sene gittiğim Asafated konseri beni çok mutlu etti. Zaten artık kulüp konserine gitmek demek, kendi başına müzik dinlemeye emek harcamak demek gibi oldu.

5 Haziran 2011 Pazar

Arap Baharı

16'sında Utrecht'te olacak 'Arap ülkelerindeki isyanlar ve Batının müdahalesi' konulu bir tartışma hazırlıyoruz burdaki arkadaşlarla. Konuşmacılarla iletişime geçmek, metin hazırlamak falan hep Hollandaca gerektirdiğinden bana kampüste, bar ve cafelerde afişleme yapmaktan başka bir iş düşmedi tabii. Ben de tartışma öncesi gösterilmek üzere isyanlardan görüntüler içeren kısa bir video hazırlamaya gönüllendim. Üç dakikalık bir video ama üç haftamı aldı. Buyrun:


Memin, iki yaz önceki hızlandırılmış FCP kursların olmasaydı hiç kalkışmazdım bu işe. Teşekkürlerimi sunarım :)

7 Ocak 2011 Cuma

Demirkapının Önü-Ardı...

Sabah sırtımda bir ağrıyla uyandım bugün, yataktan zor kalktım, bir gün önce inşaatta temizlik yaptım ve yel girdi, malum hamlıkta var. Kahvaltı yaptım evde, sonra biraz bağrımı güneşe verip miskinlik yapmak için çalışma odasına geçtim, koltuğu pazar yerine doğru çevirdim; sonra bi Hale Gür verdim; 'altın tas içinde kınam ezilir...' Tam kendimce enteresan hülyalara dalmak üzereyken telefon çaldı. Genç Osman, 'napıyon emmi?'; 'Hiçç oturuyom.' -'iyi çık hadi işimiz var, karaböcenin çıkmasına az zaman kaldı cezaevine gidecez, iki üç sigara alalım, zenginin görüşüne herkes gider, hamalı yalnız bırakmayalım...' 'Tamam.'
Çıktım babamdan arabayı aldım, Hasan, Gencosman, ben. Çavdırdan çıkmadan, Şali'den bi karton 2000 aldık. Sür bakalım Gölhisar'a. Gökyüzü pırıl pırıl, göğün göğsü silinmiş cam gibi, ama bıçak gibi keskin bir ayaz... Vardık Gölhisar'a.
Cezaevi sapağına döndük, tam gencosmanla ben gölhisar cezaevi maceralarımızı yarıştırmaya başladığımızda; karşımızdan Kartal Veli göründü. Tenhalarda geziyo, inceden bakınıyo, üstü gene partal, zaten günlerden cuma muhtemelen birazdan bi caminin önüne yazınmaya gidecek ama; gitmeden önce şöyle kenarda rabbim avımızı ayırmışmı diye evlerin sotelerini kesiyo, malum kartal işte. Arabayı üstüne kırıyorum, önünde duruyoruz; 'ne'ule veli dayı hayırdır avını mı arıyon?'. Hiç yüz vermiyor bize, 'eh nidelim be gıgaş'. Yüzü kırk kat, belli iş üstünde, biz voltamızı alıyoruz; sonra cezaevine devam.
Karaböce, Çavdır'dan rahmetli Halaza Ramazan'ın oğlu. Köyün en yoksul ailelerinden bunlar. Dağdan odun etmek, yem-kepek hamallığı, seçimlerde oy satmak, kaymakamlık, sosyal yardımlaşma derken, maişet çıkıyor; barajdan tuttukları balıklar da şarap parasını denkleştiriyor. Karaböcenin kafa devamlı dumanlıdır, elini yüzünü yıkadı mı eli şaraba gider.
Gündüzü gecesi yok, gene böyle bir gün; her ne sebeptense, karısın dövmüş kafa güzelken; karısı gitmiş karakola ben bu sarhoştan bıktım demiş , şikayetçi olmuş; devletin işte tam gücünü gösterme vakti. Dayak atan doktor olsa, polis olsa, hakim savcı olsa; bi hal yoluna bakılır 'aman efendim eşinizim içtimai konumu' filan denilir; karaböce zaten ne içtimailiği olacak hayatta duruşu sıçtimailik... Hemen dosyalar açılmış, tutanaklar, raporlar, mahkemeler derken 2000 lira kadar para cezası kesmişler, ki bu para karaböce için büyük ikramiye gibi bi şey. Neticede parayı ödeyemeyince günlüğü 20 tl yevmiye ile koymuşlar hapse.
Epey yattı az zaman kaldı; biz zaten birinci dereceden yakın olmayanları görüştürmediklerini biliyoruz, savcıdan müsaade istiyoruz; bugün açık görüş varmış ve bugün mümkün değilmiş haftaya gelin diyorlar.
Neyse biz niyetimizi bozmadan, cezaevine varıyoruz; yaşlı bi kadın kapıda ayazdan titriyor; bi kaç genç, bi asker, bir iki gardiyan; bi garip dünya. Tel örgünün önü ardı. Türkiye Cumhuriyeti Gölhisar Ceza ve Tevkif Evi yazıyor tabelada. Vaktiyle mahkum olarak girdiğimiz kapının dışında ziyaretçi olmak tuhaf bi duygu; o duvarların neyi sakladığını, nasıl koktuğunu bilmek, bunları hatırlamak, o boyadığın lavabonun hala aynı renkte olup olmadığın merak etmek filan..
Arabadan iniyoruz, karaböcenin oğlu ramazan 'hatasız' kapıda. Bizi görünce seviniyor, dünyanın yuvarlak olduğunu ispatlayan vapur dumanı gibi, Hatasız'ın orda olduğunun ispatı olarak öncelikle dişlerini birbirine kaynatmak istermişcesine sıkmasından kaynaklı çıkmış olan elmacık kemiklerini, sonra zayıf bacaklarını ve en son olarak da dünyanın anlamsızlıklarına aynı anlamsızlıkta nazarlar atan gözlerini görüyoruz. Yanına varıyoruz, öpüşüyoruz, cezaevinin ayırdında değilmiş gibi görünüyor ama son iki hafta içinde iki defa ambulansla hastaneye kaldırdılar kasılıp kalıyor, gevşetici vurup geri eve... Yaklaştıkça Hatasız'ın dünyası bizi içine alıyor; pili bitmek üzere olan bir teyipten Orhan Baba'nın sesini duyuyoruz; 'Hatasız Kul Olmaz'. Tam da cezaevinin önündeyiz, Hatasız'ın titremekten bütün gücü tükenmiş, teybin pilleri alabildiğine yorulmuş; insanlar 15 yıldır hapis yatmış, tahliye olmuş, birileri bırakıldı diye öfkeli; hatasız kapıda bekliyor, fermuarı açık. Kimliği olmadığı için görüşe almamışlar. Babasını ise parası olmadığı için dışarıya bırakmamışlar.
Açık görüş üst katta oluyor, oranın bir ucu kütüphane, dünyanın en boktan kütüphanelerinden birisi, okunacak bir kitap bile yoktu; öte ucu idare arada uzun bir koridor, orada açık görüşler yapılıyor. Karaböce pencereden bizi görüyor; pencereyi açıp selam veriyor bize. Kilo almış; sigarayı içeriye almıyorlar, biz hesabına elli lira yatırıyoruz; 'abi nasılsın' 'N'olsun gençler çok bunaltıdayım'; malum şarap yok, barajda ava gitmek yok; muhtemelen karaböce hayal kurma olaylarında da baya talimsiz; para da yok; hayat epey zor bir de muhtemelen anlamsız ona göre de. Dövdüğü için ceza aldığı karısıyla açık görüş yerinde, meczup oğlu kapıda, tahliyesi için şu anda gerekli olan sekizyüz lira aslanın ağzında...
Neticede yenge dayak yediğiyle, karaböce hapis yattığıyla, Hatasız da sokaklarda üç ay babasız gezip cezaevi kapısında üşüdükleriyle kalacak.
Ne diyelim, 'Hatasız Kul Olmaz'... Devletimizin ziki sağolsun.

3 Ocak 2011 Pazartesi

taraftar

ufak ufak bir şeyler yazmak istiyorum spor üzerine. bugün bir süredir yazmak istediğim bir girişi yazdım, sizle paylaşmak istedim. doktora yapacaksam spor üzerine bir şeyler yapmak istiyorum galiba.

he bir de; barış ile ev arkadaşı oluyoruz bu haftadan itibaren.

İki ManU, üç B: Bosna-Bursa-Bağdat

1-2 sene önce. Nilüfer Turizm otobüsü ile bir pazar günü Bursa'dan İstanbul'a dönüyorum. Her zamanki gibi 28 numarayı almışım. Otobüsün sağ tarafında, cam kenarındayım. Arkamda orta kapı boşluğu, koltuk yatık gidiyorum, hava güneşli. Yanımda ise esmer bir çocuk ufak bilgisayarını açıyor. İnternete bağlanmaya çalışıyor. Nilüfer Turizm o zamanlar yeni yeni kablosuz internet hizmeti vermeye başlamıştı. Merakla izlerken ilk olarak masaüstü arkaplanındaki Manchester United logosu, sonra da sağ el bileğindeki United bilekliği gözüme çarpıyor. Tipinden çıkarmaya çalışıyorum nereli acaba. Dayanamayıp sordum: “Nerelisin arkadaş? Irak. Ne işin var Bursa'da? Mostar'daki World College da yatılı lise okuyorum. Bursalı bir sınıf arkadaşım misafirliğe çağırdı.” Biz de yatakhaneden Adanalı arkadaşları Bursa'ya çağrır misafir ederdik haftasonları. Irak'a dönmeden önce 2 gün Bursa'da geçirmiş; zaten Mostar'dan Bağdat'a direkt uçuş yok. Geceyi İstanbul'da geçirip ertesi gün Bağdat'a, 3 ay aradan sonra ailesini görmeye uçacak. Özledim diyor, ancak Bağdat çok da tekin yer değil diye cevaplıyor yaşamı sorduğumda; pek evden çıkmıyormuş. Kürdistan'da yaşam normale döndü sayılır diye ekliyor. “Aman genç, kısık sesle konuş”. İsmi de Ahmet, Mehmet gibi bir şeydi, çok tanıdıktı, tam hatırlamıyorum. Kısa konuşabildik, en sevdiği şey Manchester United'mış.

2 Kasım 2010. Bursaspor – Manchester United maçı. Tabii ki Bursa'dayım maç için. 2 hafta öncesinde ise Manchester'daydım. Yine maç için. Saraybosna'dan bir misafirim var, adı Adnan. Benim yaşımda, Saraybosna'da dişçilik okuyor, son sınıfta. Babası da dişçi, ancak Los Angeles'ta yaşarken dişçilik yapamamış. Pizza kuryesi olarak çalışmış ilk gittiğinde. Kapıda bir müşteri sormuş; nerelisin, ne işin var Los Angeles'da? Ben “refrigerator” (buzdolabı) demiş. Halbuki “refugee” (mülteci) demek istemiş. Komik hikaye. Adnan bir Manchester United hayranı. Telefonunda, t-shirt'ünde her yerde o logo. Hatta sonrasında facebook'tan arkadaş olunca gördüm, dini inanç bölmesinde Manchester United yazıyor. Bursa'da aile dostları var, hazır gelip gitmek de kolayken Türkiye'ye, hayranı olduğu takımı canlı izlemek için Bursa'ya gelmiş. Ben de onun ingilizce bilen sporsever yaşıdı ve tur rehberi sayılırım. Adnan daha önce bir kere Guiseppe Meazza'ya gitmiş Inter-United maçını izlemeye, bu ikinci canlı kanlı United tecrübesi; arada ekran yok, bilgisayar yok, cep telefonu yok. Maçtan önce oyuncuları ne kadar yakından görebiliriz acaba diye soruyor, takım otobüsünün stada gelişini izlemeye gidiyoruz. Hedef oyuncularla birlikte fotoğraf çektirmek ama arada barikatlar var. Kaç yıldır maça gidiyorum böyle polis koruması görmedim. Yakında bir tepeye çıkıyoruz, polis barikatının arkasını görüyor burası. Fotoğraf çekmeye çalışıyor Adnan, ama takım otobüsü stat kapısının hemen önünde duruyor ve 10 dakikadan az bir sürede içeri giriyor tüm otobüs. Sonra maça giriyoruz. Maraton'dan biletimiz var, yanyanayız. Sahaya yakınız, United tam önümüzde ısınıyor, Adnan çok mutlu. Bol bol fotoğraf çekiyor. Hatta Vidic'e tri prsta yapmaya niyetleniyor. “Aman abi, çok el kol yapma”; vazgeçiyor. Tabi ingilizce konuşuyoruz, ortak dilimiz, sohbet de çok keyifli. Öndeki adam huylanıyor, devre arasında arkadaşına telefon ediyor, “arkamızda iki tane ingiliz i..ne var, paraları yetmemiş herhalde Manchester tarafında oturmaya.” Halbuki maçtan önce o adamla Türkçe konuşmuş, sigarasını biraz aşağıda tutmasını rica etmiştim. İlk yarıda da arkasını dönmüş, “You understand me?” diye sormuştu. “Usta ben Bursalıyım Türkçe konuşabiliriz” desem de yüksek sesle üstelemişti: “Sen Bursalı olamazsın! Sen Türk olamazsın!” Belgrad'dayken duymuştum, çok sigara içene “Türk gibi içiyorsun” derlermiş. Maçın bitimine 10 dakika kala ise bu sefer Adnan'ın yüzüne atkısıyla vurmaya başlıyor. Araya giriyorum, biraz bağır çağır; hem de Türkçe. Neyse olay büyümüyor. Guiseppe Meazza'da daha fenasını gördüm diyen Adnan ise son derece rahat. Meğer oraya United formasıyla gitmiş, halbuki biz Bursa forması giydirmiştik; iyi ki giydirmişiz.